İkinci Mahmut tahta çıktığı ilk andan itibaren Yeniçeri Ocağı'na bir düzen getirmek için defalarca ulema ve ağalar vasıtasıyla uyarılarda bulundu.
Oysa ocağın hem nüfusu hem de azgın davranışları günden güne artmaya devam etmişti.
Asayişten sorumlu olan askerler sokak ortasında kadınlara ilişiyor, esnafı haraca bağlıyor; hatta yasak olmasına rağmen şehrin en güzide dükkânlarına el koyarak işletmeye çalışıyordu.
İstanbul'a bir sis gibi çöken Yeniçeri eşkıyalığı tüm kenti esir almış durumdaydı.
Osmanlı Devleti, İstanbul'da hayatın durması sebebiyle hem taşraya müdahale edemiyordu hem de dış politikada adım atamaz hale gelmişti.
Mora Adası'nda çıkan isyana dahi müdahale edemeyen merkezi otorite, büyük imtiyazlar vererek ancak Mısır Valisi Kavalalı'yı isyanı bastırmaya göndermişti.
İkinci Mahmut, İstanbul'u felç eden bu kangrenin artık ıslah olmayacağından emin olmuştu, bütün bir bedeni öldürmeden önce yapılacak tek çare kesip vücuttan atmaktı.
Harekete geçen Sultan, kendisine yakın devlet adamları ve komutanlarla gizli bir plan yaptı. Buna göre önce ocağın kritik isimlerini görevden alacak ve kendisine bağlı isimlerin terfilerini hızlandıracaktı.
Terfi alan ağalar ocak içinde tefrika çıkartarak ve askerleri hızlıca organize olarak isyan çıkartmalarını engelleyecekti.
Bu bağlamda Rusçuklu Hüseyin Ağa görevini kusursuz şekilde icra eden Sultan ajanlarındandı.
Sultan Mahmut başarısız olması durumunda yalnızca tahttan indirilmeyecek; aynı zamanda öldürüleceğinden de emindi. Bu sebeple planını en ince ayrıntısıyla hesaplıyordu.
Yeniçeri Ocağı'nın karşısında halkın desteğini sağlamak amacıyla ulema sınıfını kendi safına çekmeye karar verdi. Sultan bu amaçla Kadızade Tahir Efendi'yi, Şeyhülislamlık makamına getirdi.
İstanbul'da sultandan sonra en yetkili kişi sadrazamdı, dolayısıyla Yeniçeri Ocağı'na karşı girişilecek bir operasyonda düşük profilli bir isim tüm planı riske atabilirdi.
Bu sebeple Benderli Selim Paşa, özel bir emirle İstanbul'a getirilerek bu makama tevdi edildi.
Planın son halkası olan topçular, desteğinin Sultan'dan yana olduğunu belirtmesiyle geriye kalan tek hamle Yeniçerilerin kışkırtılmasından ibaretti.
Bunun için medrese öğrencileri ocağa karşı harekete geçirildi. Gençlerin askerlerin taşkınlıklarına karşı tavır alması Yeniçerilerce isyan için yeterli sebepti.
Sultanahmet Camisi At Meydanı'nda toplanan Yeniçeriler önce Topçular Ocağı'na gitmiş; ama topçular bu isyana destek vermeyeceğini söyleyince kızgın kalabalık bu kez devlet idarecilerinin evlerine baskına yönelmişti.
Evlerine girilen hiçbir yönetici bir türlü yerinde bulunamıyordu. Sanki devlet erkânı kayıplara karışmış gibiydi. Askerler yine de girdikleri her evi yağmaladı ve şehri yangın yerine çevirmeye başladı.
Yeniçeriler her şeyden habersiz şehri yakıp yağmalarken, Sultan İkinci Mahmut aylardır her ayrıntısı üzerinde dikkatle çalıştığı planını daha Yeniçeriler ilk kazanı devirdiğinde devreye sokmuştu.
Anadolu'dan getirilen birlikler Boğaz'da usulca gemilerden inmeye başlamıştı, Yeniçerilere destek vermeyi reddeden topçu birlikleri Sultan'ın yanında saf almıştı ve en önemlisi tüm İstanbul ahalisi o gün Yeniçeri belasından kurtulmak üzere meydanda toplanmıştı.
Silahı olan ahali silahıyla gelmiş, olmayanlara da cephanelerden silah dağıtılmıştı.
Şeyhülislam Kadızade Tahir Efendi'nin Yeniçerilerin katline izin veren fetvasının kalabalıklara ilan edilmesiyle büyük operasyon başladı.
Babıali'yi basan, konakları dağıtan Yeniçeriler yağma hırsıyla öylesine kendilerinden geçmişlerdi ki büyük operasyon başladığında dahi yaşanan gelişmeyi tam olarak kavrayamamışlardı.
Sultan İkinci Mahmut kendisi için de bir beka savaşı olduğunu bildiği bu operasyona bizzat katılmış, Sancak-ı Şerif'i çıkarttırarak operasyonu yönetmişti.
İngiltere Elçisi Stratford Canning'e göre, 40 bin Uzunçarşılı'ya göre 100 bin Yeniçeri askeri ya öldürüldü ya da tutsak alınarak sürgün edildi.
İstanbul halkının ve sarayın el ele kazandığı bu zaferden sonra Sultan İkinci Mahmut günün hatırası olarak bir cami inşa edilmesini istedi.
Bu cami, asırlarca denizden bakıldığında Vaka-yı Hayriye'yi hatırlatan Nusretiye Camisi'nden başkası değildi.
Bugün artık İstanbul'un mavi sularından Nusretiye'ye bakıldığında caminin ancak minareleri ve kubbesi görülebiliyor; çünkü Galataport denilen ve hiçbir mana barındırmayan soğuk bir beton, caminin tüm siluetini ortadan kaldırmış durumda.
Bir estetik harikası: Nusretiye Camisi
Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldıran Sultan Mahmut zafer gününü temsil edecek caminin inşasında neoklasik bir yaklaşımı yansıtan ampir üslubun kullanılmasını tercih etmişti.
Ampir üslup; zafer, ihtişam ve devletin bakasını temsil eden özel bir üsluptu. Yerellik, özgünlük ve Osmanlılık anlayışı modern bir tarzla birleştirilerek ata mirasının en nadide örneklerinden birini ihtiva ediyordu.
Dönemin önemli Ermeni Mimarı Krikor Amira Balyan tarafından büyük bir hassasiyetle inşa edilen Nusretiye Camisi, dini bir manadan çok politik bir simgeydi.
Osmanoğulları hanedanlığının hala devletin başında olduğunu ve Devlet-i Ali Osmaniye'nin henüz yıkılmadığının nişanesiydi.
Osmanlı İmparatorluğunun unsurlarından temsilleri içerisinde barındıran caminin taşıdığı incelikleri Özlem Oral Patacı şöyle betimlemektedir;
Minber külâhı kaburgalı ve dalgalı formuyla Barok etkiyi yansıtsa da, gerek köşk korkuluğundaki akant yaprağından iki yana sarkan çan biçimindeki çiçeklerden oluşan büyük kabartma süsleme, gerekse külâhın oturduğu ayaklar arasına düzenlenmiş üç boyutlu askı girlandlar, külâhın oturduğu tabla kenarlarındaki üç boyutlu palmetler ve yumurta biçimli altın yaldız akroterler Ampir süsleme yorumlarıdır.
Hünkâr Mahfili'nin harime açılan loca kısmı, kahverengi mermerden dört ince paye ile desteklenen yekpare altın varaklı pirinç kafes ile kapatılmıştır. Panolara ayrılmış olan kafes örtüdeki ajurlu stilize tavus kuşu motifi, antik çağlarda ve erken Hristiyanlık döneminde dini yapılarda kullanılan ve ölümsüzlüğü temsil eden bir süsleme olarak sembolik içeriğiyle Ampir yorumlardandır.
Kafesin altın varak perde motifli korniş süslemesi, uçları kıvrık palmet ve yumurta motifi dizisinden oluşan yüksek kabartma ve altın varak tepelik süslemesi ile kafesin mermer korkuluğundaki rozetli askı girlandlar ve akant yapraklı vazo biçimli pilastrlar Ampir etkili süslemelerdir.
Harimin doğu duvarında düzenlenmiş olan, kaburgalı ve geniş ağızlı küçük bir mermer konsoldan yükselerek genişleyen vaiz kürsüsü, dalgalı ve dilimli formuyla kuruluş olarak Barok tarzdadır. Silmelerle yatay olarak ikiye bölünmüş olan vaiz kürsüsü panoları, sivri yapraklı büyük akantus yaprakları ve akantus yapraklarıyla oluşturulmuş lale formunda büyük çiçek kompozisyonu ile dolgulanmıştır.(Ampir Uslübunda bir Sultan Camisi: Nusretiye Camisi)
Nusretiye ilk değil
Nusretiye Camisi'nin başına gelenler kültür varlıklarına karşı ilk hodbin ve habis ruhlu yaklaşım değil.
Özellikle restorasyonun inceliklerini bilmeyen mimar ve müteahhitlerin tarihi binaları restore etme girişimi kente ve tarihi dokuya büyük bir ihanetin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Semavi Eyice, restorasyon konusundaki en büyük sorunun işten anlamayan kişilerin işe kalkışması olarak açıklamakta.
Oysa restorasyonda restoratörün işin ehli olması gerekiyor;
Efendim, bir kere restoratörün eski eserleri çok iyi tanıması lazım. Ve sonra o devrin diğer eserleriyle olan benzerliklerini anlaması lazım. Ona göre de projelendirmesi lazım. Fakat o projeleri tasdik edecek bir makam artık yok. Kırk sene Anıtlarda çalıştım, zaman zaman başkanlık da yaptım ve sonunda bir gün sağduyuma, bilgime, tecrübeme uymayan kararlar alındığından istifa ettim, dedim.
(Restorasyon Yıllığı Dergisi)
Restorasyonda hayati kurallar
Türkiye'de yapılan her restorasyonun kötü olduğu ya da yapılan işlemlerin başarısız olduğunu söylemek ancak politik hesapla ve sanat anlayışından uzak kişilerin iddiası olabilir.
Ayasofya Camisi ve Bursa Yeşil Cami'de yakın zamanda yapılan restorasyonlar. Ülkemizin yüz akı projelerdendi.
Yine Dara Antik Kenti, Aizonia Antik Kentinde önemli çalışmalar yapıldı. Son dönemde Kültür ve Turizm Bakanlıklarının birleştirilmesi, Osmanlı Devleti'nin bakiyesi bir ülke konumundaki kültür cenneti Türkiye açısından ilk, hatta en büyük kayıp oldu.
Son iki yılda ekonomik kaygılarla yatırımların çoğunun deniz turizmine aktarılmaya başlanması ve kültür varlıkların ideolojik motivasyondan yoksun politikalarla idare edilmesi kayıp yılların ortaya çıkmasına neden oldu.
Oysa AK Parti Hükümetleri iktidara geldiği ilk yıllarda kültür politikasını son derece önemli bir gündem meselesi haline getirmişti.
Tanrı Diyonosos Heykeli gibi eserler yurda döndürülmüş, birçok önemli restorasyon ehline emanet edilerek gurur duyulacak işlerin ortaya çıkarılmasını sağlamıştı.
Bu gayretler karşılıksız kalmamış; İstanbul 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş ve turizmimiz yalnızca kum-deniz anlayışı gibi dar bir kavrayıştan kurtarılmıştı.
Gelinen noktada ise kültür varlıklarımızın restorasyonu; her işi yapabileceği zannına sahip şirketlerin ellerine terk edilmeye başlanması ciddi krizlerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Restore işindeki en büyük yanlış; eserin kendi başına tarihi bir belge anlayışının kavranamaması, hatta eserin estetik anlayışı bile restorasyon sırasında ikincil öneme sahip bir meseledir.
Yani her şeyden evvel eserin aslının korunması gerekir, bunun için yalnızca mimari bilgisi ve iyi bir inşaatçılık bilgisi yetmez.
Hatta eserin kendisi hakkında malumat sahibi olmak da o eser restore edilirken yeterli değildir.
Örneğin Fatih Camisi restore edilirken farklı dönemlerde yıkılması üzerine yeniden inşa edildiği göz önüne alınırsa ilgili dönemde kullanılan malzemenin bilgisi ve o tarzın estetik biçimini yakından tanımak gerekir.
12'nci yüzyılda inşa edilmiş bir yapı 14'ncü yüzyılda yeniden elden geçirilmişse 2020 tarihinde onu restore eden firmanın nasıl bir politika izleyeceği oldukça kritik bir meseledir.
Oysa son dönemde restorasyon işini yüklenen firmalar tarihi eserin aslına sadık kalmak ve estetik anlayışını tutturmak yerine eseri fonksiyonel hale getirmeyi iyi bir restorasyon olarak algılamakta.
Bu sebeple farz-ı misal; 15'nci yüzyıldan kalma bir hamamı yeniden işlevsel hale getirmeyi, en kötü ihtimalle bir restorana dönüştürmeyi iyi bir restorasyon olarak algılamakta.
Türkiye'de restorasyon konusunda değişmesi gereken en temel nokta tarihi varlıklara yönelik benimsenen anlayıştır.
Bunun için her şeyden evvel Kültür ve Turizm Bakanlıklarının acilen birbirinden ayrılması ve Kültür politikasının bir beka sorunu olarak ele alınması gerekir.
Ülkede konunun uzmanlarının bir elin parmaklarını geçmemesi; en önemlisi de Semavi Eyice ya da Ali Saim Ülgen gibi otoritelerin son dönemde yetişmiyor olması Türkiye'yi bir kültür cennetinden bir kültür mezarlığına dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish