Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin Söğüt-Domaniç (Bitinya) bölgesine yerleşen aşiretinin kaç çadırdan oluştuğunu kesin bilmiyoruz; ama bunların atlı okçu olduğundan eminiz.
Ayrıca film ve dizilerde canlandırıldığı gibi Ertuğrul’un savaşçıları herhangi bir taktik ve teknik yeteneği olmayan basit aşiret savaşçıları da değildi. Tam tersine başta Selçuklu olmak üzere farklı bayraklar altında savaşmış deneyimli savaşçılardı.
Zaten Bizans ve Balkan kaynakları ilk dönem Osmanlı ordusundan bahsederken hep başarılı atlı okçu olduklarına vurgu yapmaktadır.
Onlar için Osmanlı demek “atlı milletin yükselişi” anlamındaydı.
Beylikten imparatorluğa geçişte Osmanlı sultanları bünyesinde piyade, topçu, istihkâm, ulaştırma, bakım ve ikmal sınıfları bulunan düzenli (konvansiyonel) bir ordu kurmak mecburiyetinde kaldı.
Aksi takdirde hem güçlü düşmanlarına karşı duramayacaklardı hem de yerleşik hayata geçişin yarattığı askeri sorunların altından kalkamayacaklardı.
Göçebe atlı okçu sistemi adı üstünde göçebe hayat tarzına ve daimî seferberliğe ihtiyaç duymaktaydı.
Ayrıca göçebe savaş tarzının işleyişi için çok sayıda atı besleyecek geniş bozkırlar gerekmekteydi. Seferberlik ve savaş olmazsa göçebeler üstün süvari yetenekleri ve birlik bütünlüklerini aybetmekteydi.
Askeri sistem dönüştürülmeden yerleşik hayata geçilmesi daha tahrip ediciydi. Osmanlı bu ilk büyük sınavı başarıyla verdi.
Bir taraftan devşirme askerlere dayanan Yeniçeri ve diğer Kapıkulu Ocaklarını kurarken diğer taraftan göçebe aşiret savaşçılarını Timarlı Sipahi’ye dönüştürmeyi başardı.
Üstelik bunu çok sayıda at yetiştirmeye uygun olmayan bir coğrafyada gerçekleştirdi. Fatih döneminde asıl yapısını kazanan Timarlı Sipahi atlı okçu yeteneğini muhafaza eden nizami (konvansiyonel) hafif süvariydi.
Kendisine tahsis edilen arazinin vergi geliri karşılığında silah, teçhizat ve atıyla sefere katılma zorunluluğu altındaydı.
16'ncı yüzyılın son çeyreğinde sipahilerin toplam mevcutları cebelilerle (büyük timar sahiplerinin beraberinde getirdiği askerler) beraber yüz bin rakamına ulaşmıştı.
Çoğunlukla devşirme askerlerden kurulu Kapıkulu Süvarileri ise ferdi ve birlik kabiliyetleri açısından Timarlı Sipahilerden daha üstün hafif süvarilerdi.
Aşiret savaşçılarının hepsi düzenli ordunun parçası olmadı. Bir kısmı kendi memleketlerinde yarı göçer hayatlarını sürdürdü.
Bunlardan bazıları sefer zamanı ordunun yüklerini at ve develeriyle taşımakla yükümlüydü. Diğer bir kısım ise eski akıncı geleneğini devam ettirdi.
Akıncılar savaş öncesi ve esnasında düşman ülkelere yoğun akınlar düzenler ve seferde orduya öncü veya örtme kuvveti olarak hizmet ederdi.
Ancak disiplin ve denetim altına alınamadıkları için zaman zaman düşmandan daha çok sorun yaratmaktaydılar.
Konumuz açısından önemli bir başka konu ise bu farklı isim ve yükümlülükteki Osmanlı süvarilerinin tamamı sadece kendisini değil aynı zamanda bir savaş atını yetiştirip sefer için hazır tutmakla mükellef olmasıdır.
Böylelikle âdemi merkeziyetçi bir yol izlenerek at yetiştirme işine çözüm bulunmuştur. Sultan ve sarayın atlarını yetiştirmekle Eskişehir Sultanönü müsellemleri (taycılar) sorumluydu.
Osmanlılar kuruluş döneminde atlı okçuları düzenli hafif süvariye dönüştürerek karşılaştıkları ilk büyük sorunu başarıyla çözse de aynı başarıyı 16'ncı yüzyılın ortasında gösteremediler.
Ateşli silahlar muharebe meydanlarına hükmetmeye başlamıştı. Osmanlılar erken sayılacak bir tarihte Yeniçerileri ateşli silahlarla teçhiz etmiş ve Topçu Ocağı’nı kurarak İstanbul’un fethinde önemli rol oynayan topları döküp kullanabilmişti.
Ama bir türlü Timarlı Sipahilere ateşli silahları benimsetemediler. Çünkü süvarinin ateşli silahları kullanması sadece silah ve teçhizatı ile uygulayacakları taktik ve teknikleri değiştirmeleriyle kalmıyordu.
Osmanlı’da olmayan ağır süvari ve bindirilmiş piyade (dragon) gibi yeni süvari sınıfları teşkil edilmeli ve bunları taşıyacak güçte atlar yetiştirilmeliydi.
Sosyo-ekonomik değişim ve daimî savaşlar nedeniyle zaten sarsılmış ve seferlerden kaçmaya çalışan sipahiler bu değişimi benimseyip icra edecek durumda değildi.
Bu aslında diğer süvari sınıflarının da sorunuydu. Örneğin akıncılar çağın gereklerine uyum sağlayamadığı için çoktan önemlerini kaybetmişler yerlerini Kırım Tatarları almıştı.
Timarlı Sipahi’nin özellikle Avrupalı düşmanlar karşısındaki başarısızlığına çözüm için Kapıkulu Süvarisi’nin mevcudu arttırıldı ve ateşli silah kullanan Deli ve Sarıca gibi isimler taşıyan paralı asker süvariler istihdam edilmeye başlandı.
Levent denilen paralı piyadeler zaten vardı. Şimdi onlara paralı süvariler katılmıştı. Ancak bu tedbirler kesin çözüm sağlamadı.
Sadece yama işlevini gördü. Çünkü yeni süvari sınıfları teşkil edilip uygun atlar yetiştirilmediği sürece hafif süvariye ateşli silah vermek yeterli değildi.
Osmanlı yönetimi süvari sorununa kesin çözüm aramak yerine daha ucuz ve muharebelerde daha önemli rol oynayan piyade sınıfına yani Yeniçerilere yatırım yapmayı tercih etti.
Sipahilerin kaderlerine terk edilmesinin yan etkisi olarak askeri at yetiştiriciliği ve atlı millet geleneğini öldüreceği o tarihlerde öngörülemedi.
Asırlık ihmal sonrasında III Selim ve sonrasında II Mahmut’un Timarlı Sipahi ve diğer geleneksel süvari sınıflarını ihya etmeye kalktıklarında başarısız oldular.
Çünkü hem sipahilik varlığını artık sadece kâğıt üzerinde muhafaza eden bir sınıftı hem de askeri süvarilik ve at yetiştiriciliği bilgi birikimi kaybedilmişti.
Zaten devlette de bu iş için gerekli mali kaynak bulunmamaktaydı. Çaresiz kalan II. Mahmut bir taraftan Avrupa’dan uzman ve at getirtmeye çalışırken diğer taraftan Balkanlarda halâ at yetiştiren köylülerinden istifade için yörük ve Evlad-ı Fatihan gibi projeler geliştirdi.
Türkmen, Tatar ve Hristiyan Kazaklardan kurulu Silistre Süvari Alayı’nın kısmi başarısı dışında yerel süvari geleneklerini askerileştirme projeleri kısa süre içinde başarısızlıkla sona erdi.
Yabancı uzman ve atlarla modern süvari sınıfı kurma çabası ise gelecek vadetmesine rağmen maliyeti yüksekti.
Sonuçta yeni açılan Harbiye Mektebi ve birkaç numune alayına yetecek kadar uzman temin edildi ve at satın alındı.
Aslında asırlık ihmale rağmen imparatorluğun süvari ve at yetiştirme potansiyeli halâ vardı. Olmayan ise bu potansiyeli tespit edip askeri amaçlar için seferber edecek bilgi, azim ve kararlılığın eksikliğiydi.
Avrupalılar 17'nci yüzyıldan bu yana Osmanlı coğrafyasında incelemeler yaparak başta Arap atları olmak üzere muhtelif soylu atları bulup ithal ederken imparatorluğun kendi süvari birlikleri için cins at bulamaması anlamlıdır.
Benzeri şekilde Napoleon, Mısır’ın işgali esnasında savaştığı Memluk süvarilerine hayran olup kendi muhafız birliği için Memlukları askere alırken Osmanlılar Fransa’dan uzman istemekteydi.
İmparatorluk geniş coğrafyası ve nüfusunu kullanamamaktaydı.
1847’den itibaren ilk okullu süvari subayları mezun olurken önce İstanbul ve sonrasında ordu merkezlerinde modern süvari alayları kurulmaya başlandı.
Ancak mevcutları savaş zamanında ihtiyacı karşılayamadığı gibi devlet bunları barış döneminde vergi toplamak ve isyan bastırmak gibi asıl maksatları dışında kullanarak gereksiz yere yıprattı ve yozlaştırdı.
Savaşlarda süvari açığı “başıbozuk” adı verilen aşiret savaşçıları ile giderilmeye çalışıldı. Dönemin batılı gözlemcilerini renkli kostümleri ve vahşilikleriyle etkileyen başıbozuklar savaşta çoğu zaman faydadan çok zarar getirmiştir.
1858’den itibaren kitleler halinde imparatorluğa göç etmek zorunda kalan Çerkesler ve diğer Kafkas halkları aslında ideal çözüm potansiyeline sahipti.
Çünkü göçmenlerin çoğunluğu çok iyi süvariydi. Yapılması gereken bunları iyi bir eğitimden geçirip süvari birliklerinde istihdam etmekti.
Ancak bu fırsat tepildi ve göçmenler ancak başıbozuk olarak kullanılabildi.
II. Abdülhamit’in Rus Kazak birliklerinden ilham alarak Kürt, Arap ve Karapapak aşiretlerinden 1890’da kendi adını taşıyan Hamidiye Alayları’nı kurması imparatorluk potansiyelini kullanma açısından önemli bir girişimdir.
Dört sene içinde 44 bin mevcutlu 30 alay kuruldu. İsyanlar ve diğer iç güvenlik görevlerinde Hamidiye süvarisi başarı sağladı.
Ama aynı başarıyı dış düşmanlara karşı gösteremedi. Çünkü Osmanlı 17'nci yüzyılda kaçırdığı süvari reformunu yakalamaya çalışırken 19'ncu yüzyıl sonunda tam da Hamidiye Alaylarının kurulduğu dönemde gene ateşli silahlar yüzünden yeni ve daha büyük bir değişim başlamıştı.
Makineli tüfekler, dört veya daha fazla mermi hazneli piyade tüfekleri, çabuk ateşli ve uzun menzilli toplar yeni tip tahkimat ve dikenli tel örgü ile birleşerek büyük bir devrim başlatmıştı.
Kırım Savaşı, Amerikan İç Savaşı ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın gösterdiği gibi savunma inanılmaz güçlendi.
At ile beraber büyük hedef teşkil eden süvarinin bu ateş gücü ve tahkimat karşısında hiç şansı yoktu.
Başta taarruz olmak üzere klasik süvari görevlerinin yeni muharebe koşullarına göre değiştirilmesi ve süvarinin de dönüşüm geçirmesi gerekmekteydi.
Süvari artık hazırlanmış savunma mevziilerinden uzak duracak, bunun yerine keşif, öncü, artçı ve örtme gibi klasik görevleri ile zayıf yanlardan vurma, başarıdan faydalanma ve takip gibi harekât çeşitlerine yoğunlaşacaktı.
Benzeri şekilde mızrak, kılıç ve karabin (kısa tüfek) ile teçhiz edilmiş at üstünden savaşan klasik süvari yerine atı bir savaş aracı değil hızlı intikal için taşıma aracı olarak kullanan bindirilmiş piyade tercih edilmekteydi.
Ayrıca süvari kendi makineli tüfek ve toplarını beraberinde taşıyarak ateş gücünü artırmalıydı. İşte Osmanlı 17'nci yüzyılı yakalamaya çalışırken bu radikal gelişmelere reaksiyon geliştiremedi.
Birinci Dünya Savaşı başladığında koca imparatorluğun bir nizami ve iki aşiret (eski Hamidiye) süvari tümeni vardı.
Süvari, Avrupa cephelerinin siper muharebelerinde işe yaramadı; ama geniş açıklık ve manevra alanlarının bulunduğu (Çanakkale dışındaki) Osmanlı cephelerinde büyük bir potansiyele sahipti.
Ne yazık ki bu potansiyeli Ruslar ve İngilizler kullanırken Osmanlı istifade edemedi. Daha da kötüsü büyük zahmetlerle yetiştirilen süvari subayları elde süvari birliği olmadığı için piyade ve diğer sınıflarda istihdam edildi.
Aşiret süvarileri daha savaşın başında dağıldı. Irak cephesinde yerel aşiretlerden istifade çabası tam bir fiyaskoyla sonuçlandı.
İmparatorluğun tek nizami süvarisi 3'ncü Süvari Tümeni önce Kafkas cephesinde sonra Filistin-Suriye’de fedakârca ama aynı zamanda umutsuzca görev yapmaya çalıştı.
Osmanlı subayları bindirilmiş piyadenin potansiyelini önce Romani ve Birüssebi muharebelerinde ardından Nablus (Megiddo) felâketinde yakinen gördü.
19 Eylül 1918’de Nablus bölgesinde piyadenin tespit ettiği Osmanlı mevziilerinin yan ve gerilerine yoğun ateş desteği ile 12 bin İngiliz ve Hintli süvarisi taarruz ettiğinde Osmanlı Yıldırım Ordular Grubu’nun hiç şansı bulunmamaktaydı.
İngiliz süvarisi çekilmeye çalışan birlikleri kuşatıp esir alırken aynı zamanda cephe gerisindeki komuta yerleri, lojistik destek depoları ve yolları vurmaktaydı.
Dünya askeri tarihine son büyük süvari taarruzu olarak geçen bu muharebe atlı okçular tarafından kurulan imparatorluğun Ortadoğu’daki sonu oldu.
Nablus hezimetinin en büyük faydası Türk subaylarına modern muharebede süvariyi nasıl kullanması gerektiğini öğretmesidir.
Birinci Dünya Savaşı yenilgisi Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen sona erdirdi; ama Türkiye coğrafyasında savaş devam etti.
Şimdi bağımsız bir Türkiye için savaşan Türk ordusu Dünya Savaşı’nda öğrenip tecrübe ettiklerini düşmanlara karşı kullandı.
Düzenli süvari birlikleri Sakarya uharMebesi ve Büyük Taarruz’da Yunan birliklerinin yan ve gerilerinde düşman komuta, kontrol ve lojistik sistemlerini imha ederken Kuvva-i Milliye süvarileri de gayri nizami taktik ve teknikler uygulayarak cephe gerisinde ağır darbeler vurmaktaydı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında yeniden teşkil edilen Türk Silahlı Kuvvetleri içinde süvari sınıfı eski saygınlık ve önemini kazanmış bir şekilde yer aldı.
Yeni cumhuriyet dışa bağımlılığı azaltmak için yurdun çeşitli yerlerine at yetiştirme haraları kuruldu ve hayvan sağlığı için veteriner yetiştirmeye önem verdi.
Ancak ne yazık ki muhafazakârlık ve maddi sıkıntılar yüzünden Türk Ordusu 1917’de başlayan ve
1930'larda hız kazanan büyük bir teknolojik değişimin dışında kaldı.
Birinci Dünya Savaşı esnasında süvarinin asli görevi olan düşmana taarruzla mevziilerini yarıp imha etmesini gerçekleştirememesi teknolojik arayışlara neden olmuştu.
Bu çabalar sonucunda tank ismi verilen zırh koruması ve ateş gücüne sahip her tür arazide ilerleyen silah sistemi geliştirildi.
Her ne kadar ilk tanklar oldukça büyük, hantal ve yavaş olsa da zaman içinde ateş, manevra ve zırh koruması açısından devrim yaratacak özellikte tanklar imal edildi.
Tabii bu gelişim sorunsuz olmadı. Süvari sınıfı varlığını korumak için büyük mücadele verdi; ama sonunda pes edip tankları benimsedi.
Süvari birlikleri yavaş yavaş yeni çelik atları tankları kullanmayı ve kendi süvari gelenekleri ile harmanlayarak yeni taktik ve teknikleri geliştirmeyi başardı.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleşen bu radikal değişimin dışında kaldı. 1927’de Piyade Okulu’nda tank avcılığı eğitimi vermek için Fransa’dan bir adet Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma Renault FT-17 satın alındı.
1932 yılında ilk tank bölüğü gene Piyade Okulu bünyesinde kuruldu. Süvari sınıfı işe ancak 1934’te dahil oldu. 1934’te Lüleburgaz’da kurulan ilk tank taburu süvarilerden teşkil edildi.
1940’da kurulan Zırhlı Alay personelinin çoğunluğu da süvariydi. Fakat ne Türk süvarisi tankları benimsedi ne de devlet yeterli sayıda modern tank satın alabildi.
İkinci Dünya Savaşı esnasında 3 tam mevcutlu süvari tümeni olası düşman taarruzuna karşı beklerken eski model tank ve zırhlı araçlarla teçhiz edilmiş 1 zırhlı tugay mevcuttu.
Oysa daha savaşın ilk günlerinde süvarinin Yıldırım Savaşı (Blitzkrieg) denilen yeni zırhlı savaş doktrininde yeri olmadığı meydana çıkarmıştı.
Türkiye gibi süvarisiyle övünen Polonya, savaşın ilk günlerinde Alman taarruzu karşısında hezimete uğradı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan askeri yardımı başladığında Türkiye ordusunu modernize ve mekanize etmek için büyük fırsat yakaladı.
Kısa sayılabilecek bir süre içinde yüzlerce tank ve binlerce araç yardım kapsamında Türkiye’ye geldi.
Bu araç ve gereçlerin kullanım ve bakımı için yeni eğitim merkezleri açıldı ve ulaştırma, ordudonatım gibi yeni askeri sınıflar teşkil edildi.
Süvari sınıfı inatla bu gelişmelerin dışında kalmayı tercih edip kendi sınıf çıkarlarını savundular. Öyle ki Amerikan yardım paketine yüzlerce at satın alınmasını bile ekletebildiler.
Dolayısıyla özelde tank sınıfı genelde ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesi süvarilerden bağımsız gerçekleşti.
Süvari alay ve tümenleri zırhlı birliklere dönüşmedi. Tank sınıfı ve zırhlı birlikler farklı sınıflardan personel aktarımı ve 1944’te kurulan Zırhlı Birlikler Okulu’nun çabalarıyla kurulabildi.
Süvariler batıdaki benzerlerinin aksine çelik süvariye dönüşmedi. Süvarilerin muhafazakârlık ve inadı kaçınılmaz sonu sadece yavaşlattı.
1959’da kademeli bir şekilde süvari birliklerinin lağvedilmesi kararlaştırıldı. 1962’de son muharip süvari birliği lağvedildiğinde geriye tören ve sportif maksatlarla muhafaza edilen bir tabur kaldı.
Ne yazık ki bu son süreç plansız ve hoyratça icra edildi. Sancakları madalyalarla dolu süvari alayları basit bir bakkal dükkânı gibi tasfiye edildi.
Düzinelerce subay bu muameleye isyan ederek ordudan istifa etti.
1826’dan bu yana büyük çaba, gayret ve para harcanarak yeniden oluşturulan süvari geleneği düşüncesizce yok edildi.
Atlı millet Kurtuluş Savaşı'nda yeniden canlandıktan sonra 1962’de sona erdi.
Tabii bu noktada sorumluluğun bir kısmının süvarilere ait olduğunu belirtmek gerekir. Çağa ve teknolojiye ayak uydurup gereken dönüşümü yapabilseler çelik atlara binselerdi Amerika, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi süvari gelenek ve kazanımları zırhlı birlikler içinde devam ettirilebilirdi.
Aslında bu sadece süvarilerin değil Türkiye’nin genel hikâyesidir. Kurumlar gelişen dünya koşullarına uygun bir şekilde kendilerini geliştirip gerekli dönüşümü zamanında yapmamaktadır.
Modernleşmeye inatla direnerek ömürlerini uzattıklarını düşünürken aslında hem görevlerini yapamadıklarını anlayamamakta hem de kendi mezarlarını kendilerinin kazdıklarını görmemektedirler.
Siyasi ve askeri idareciler ise eski kurum ve destekçilerinin direnişi aşamayınca çağın gerektirdiği işlevi yerine getirecek için yeni bir kurumu eskisinden bağımsız ve ona paralel kurulmak zorunda kalmaktadır.
Bir süre eski ve yeni birbiriyle rekabet içinde yaşadıktan sonra uygun bir anda eski hoyratça yok edilmektedir.
Atlı milletin sonu kulağımıza küpe olması gereken bir tecrübe ve hikâyedir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish