Koronavirüsün bütün sınırları aşarak neredeyse küresel bir korkuya sebep olduğu 2020 kışında, en çok merak edilen bir husus da salgınların insanlık tarihinde bir değişim veya dönüşüme zemin hazırlayıp hazırlamadığı konusu olmuştur.
Bu konuyu daha iyi kavramak için, en azından, büyük salgınların insanlık tarihindeki dönüşümlerdeki rolünü incelemenin zaruri olduğunu ortaya çıkarmıştı.
165-180 Antoninus salgını ve Hıristiyanlığın önünün açılması
Cumhuriyet olarak M.Ö. 510’de kurulan ve imparatorluğa dönüşen Roma (M.Ö. 27-M.S. 395) Akdeniz ve civarında büyük bir güç haline gelmişti.
Romalılar; Balkanları, Anadolu dâhil Önasya’nın neredeyse tamamını ve Mısır’ı işgal etmiş, Kızıldeniz etrafına da nüfuzlarını yerleştirmişti.
Kuzeyde İskitlerin yıkıldığı, Avrupa Hun Devleti’nin daha kurulmadığı ve doğuda Partlar (Milattan Önce 247-Milattan sonra. 224)ın zayıfladığı, Sasaniler (224–651)’in teşekkül etmediği bu dönemde, Roma İmparatorluğu en güçlü dönemini yaşamaktaydı.
Güçlü ve imtiyazlıların hüküm sürdüğü Roma İmparatorluğu’nda idarenin benimsemediğe bir dine inanmak zulme uğramak için yeterli bir gerekçeydi.
Tam bu sırada Milattan önce 4-Milattan sonra 30-33 yılları arasında, Hz. İsa’nın Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu sınırları içinde tebliğe başlaması, Roma İmparatorluğu’nun gadrine uğramak için yeterliydi.
Bu dönemdeki Roma İmparatorluğu’nda, Yahudilik yasal bir din olarak kabul edilmemekle birlikte, yasal bir korumaya sahipti.
Hz. İsa Yahudiler içinde ortaya çıkmasına rağmen, Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlık koruma altında değildi.
Bundan dolayı 2 asıra yakın Hıristiyanlar resmi olarak cezalandırılmışlardı. Yani Hıristiyanlar hem korumadan hem de yasal statüden mahrumlardı.
Özellikle 98-117 tarihleri arasında imparator olan Trajan (53–117) Hıristiyanlar karşı çok sert düzenlemeler yapmıştı.
Toplu idamlar yapılmasına rağmen Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’na meydan okumuşlar ve büyük zulümlere uğramışlardı.
Tam bu dönemde, çiçek veya kızamık olduğu düşünülen Antoninus salgını, 165-180’de meydana gelmiş ve Roma İmparatorluğu’nda tahminen 5 milyon insan ölmüştü.
Bu salgın sırasında, 161-180 yılları arasında imparatorluk yapan Marcus Aurelius (121-180) zamanında devletin Hıristiyanlara yönelik tavrında büyük bir değişiklik meydana gelmişti.
Şöyle ki, Marcus döneminde de, İmparator Trajan (53–117) devrinde Hıristiyanların cezalandırılmasını gerektiren yasa devam etmekte olup, normal olarak Hıristiyan olanların kanuni olarak cezalandırılması gerekmekteydi.
Ancak bu resmi statüsü devam etmekle birlikte, Marcus döneminde artık Hıristiyanların cezalandırılmasından büyük ölçüde vazgeçilmişti.
Mahalli olarak bazı yöneticiler, mesela 177’de Liyon’da bir grup Hıristiyan idam edilmesine rağmen, devletin politikası değişmiş, bu uygulama artık mahalli bir niteliğe dönüşmüştü.
Yani Hıristiyan olmak resmi olarak halen yasak olmasına rağmen, bazı istisnalar hariç, fiilen cezalandırma ortadan kalkmıştı. Böylece fiili olarak Hıristiyanlarla Yahudilerin konumu eşitlenmiş gibiydi.
Toplumdan uzak ve yüksek yerlerde yaşayan Hıristiyanlar, bu salgından az etkilendikleri için, Roma İmparatorluğu’ndaki nüfus dengelerinin Hıristiyanlar lehine değişmesi de gerçekleşmişti.
Hıristiyanlığın yasal statüye kavuşması ancak 313’te gerçekleşmiş, İmparator Konstantin pek çok din ile birlikte Hıristiyanlığa da yasal statü vermişti.
380'de ise Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmişti.
Kısacası bu Antoninus salgını, güçlü Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlara yaptığı zulmün sona ermesine zemin hazırlamış hatta Yahudilerin de resmi statü kazanmalarına vesile olmuştu.
541-542 Justinyen Vebası’nın İslam dininin rahat yayılmasındaki rolü
Milattan sonra 224’de kurulan Sasanîlerin bütün gayretlerine rağmen Roma İmparatorluğu gücünden fazla bir şey kaybetmemişti.
Ancak başkenti Etzelburg (Macaristan’da) olan Avrupa Hun Devleti’nin 375’te kurulması Roma İmparatorluğu’nu yıkılma sürecini başlatmış ve bu sayede Roma İmparatorluğu 395’te doğu ve batı olarak ikiye ayrılmıştı.
İkiye ayrılan Romalılarla mücadelesini devam ettiren Hunlar, Doğu Roma üzerine seferler tertip etmiş hattı 447’de İstanbul’a 20 kilometre uzaklıktaki Küçükçekmece’ye kadar gelmişlerdi.
Doğu Roma ancak bir anlaşma imzalayarak Hunların çekilmesini sağlayabilmişti. Ancak Avrupa Hun Devleti’nin 469’de dağılması ve 476’da Batı Roma yıkılması üzerine, Doğu Roma İmparatorluğu yeniden güçlenmeye başlamıştı.
Batı Roma’nın Akdeniz sahillerindeki topraklarının büyük kısmını ele geçiren Doğu Roma İmparatorluğu, Habeşistan ve Yemen dâhil Kızıldeniz civarını da nüfuzuna almıştı.
Doğu Roma’nın o dönem en büyük rakibi Sasanîler de ciddi bir başarı elde edemiyorlardı.
Sasanîler, 19 Nisan 531 tarihinde Rakka’da yapılan Callinicum Savaşı meydan savaşında zaferle çıkmasıyla, Birinci Justinian (527–565), 532’de Sasanîlerle Daimî Barış (Eternal Peace) Antlaşması’nı imzalanmak zorunda kalmıştı.
Böylece Doğu Roma-Sasanî sınırları kabaca Batum-Rakka hattı olarak kabul edilmiş, Doğu Romalılar Kafkaslar ve Mezopotamya’dan uzaklaştırılmış olmalarına rağmen, Doğu Roma gücünden fazla bir şey kaybetmemişti.
Zira 532–540 yılları arasında Doğu Romalılar, Kuzey Afrika’yı, İtalya, Güney Fransa ve İspanya’yı ele geçirerek en geniş sınırlarına ulaşmıştı.
Bu dönemde, zirvede olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun nüfuzu bütün Kızıldeniz’in ve civarına yayılmıştı.
Bu dönemde 537’de Habeş Krallığı’na bağlı müstakil Yemen Valiliğini ele geçiren Ebrehe, Yemen’den başlamak üzere Arab yarımadasında Hıristiyanlığı yaymak için harekete geçmişti.
Öncelikli olarak, San’a’ya büyük bir kilise yaptırarak, Arabların cezp etmek istemişti. Ebrehe’nin bu çalışmasına, Roma İmparatoru, kilisenin yapılmasına ustalar göndererek destek vermiş ve Yemen’deki dini hayatı düzenlemek için Mısır İskenderiye’de bulunan İtalyan asıllı din adamı Gregentius’u da oraya göndermişti.
Ebrehe, Gregentius’un hazırladığı 23 maddelik bir kanunu da yürürlüğe koymuştu. Arap yarımadasında Hıristiyanlığı yaymak isteyen Ebrehe, Mekke ve Medine’nin kuzeydoğusundaki Mudar’a Hıristiyanlığı yaymak şartıyla Muhammed b. Huzâî’yi emir tayin etmişti.
Bu sayede Ebrehe, Doğu Roma ve nüfuzundakiler vasıtasıyla Mekke’yi tamamen çevrelemişti. Bütün çabalara rağmen Arapları cezbedemeyen Ebrehe, çalışmalarına engel olarak gördüğü Mekke’deki Kâbe’yi yıkmayı kararlaştırmıştı.
Ebrehe’nin Hıristiyanlığı yayarak Kâbe’yi etkisiz hale getirmek istediği ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun en güçlü döneminde bulunduğu bir zamanda, 541-542 yıllarında büyük bir salgın meydana gelmişti.
Doğu Roma İmparatorluğu’nu ve özellikle başkenti Konstantinopolis’i sarsan ve Justinian Vebası salgını diye bilinen salgın Doğu Roma İmparatorluğu’na ait olan Akdeniz etrafındaki liman şehirlerinin tamamını etkilemişti.
Bu salgın sadece Doğu Romalıları değil dönemin diğer büyük gücü Sasanî İmparatorluğu’nda da büyük tahribat yapmıştı.
Başlangıç döneminde 25 milyon insanın öldüğü iddia edilen bu Justinian salgını, insanlık tarihinin büyük felaketlerinden birisidir.
Doğu Romalı ve Sasanîler, bu salgına kadar, çoğu zaman, kendi nüfuzlarındaki mahalli vekil ordularyla yaptıkları Arap yarımadasındaki mücadele ve işgallerini bırakarak, bu coğrafyadan çekilmeye başlamışlardı.
Ancak, bu salgına rağmen Kabe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe, Mekke’ye sefer düzenlemiş, ancak tam Kâbe’ye saldıracağı sırada, Fil Vakası meydana gelmiş ve ebabil kuşların attığı taşlaşmış çamurlarla ordusu telef olmuştu.
547, 552, 563 veya yaygın inanışa göre 571’de gerçekleşen bu felaket üzerine Ebrehe Yemen’e dönmüş ve kısa süre sonra da ölmüştü.
Salgın dolayısıyla, Sasanî ve özellikle Doğu Roma İmparatorluğu’nun nüfuzunun ortadan kalktığı Arab yarımadasının Mekke şehrinde, İmparator Justinian’ın ölümünden on yıl sonra, 571 tarihinde, Hz. Muhammed doğacaktı.
Hz. Muhammed, büyük bir siyasi güce bağlı olmayan Mekke’de yetişirken, Justinian Salgını dolayısıyla Habeşistan da Yemen ve Kuzey Arap yarımadasındaki nüfuzunu büyük ölçüde kaybetmişti.
Aynı dönemde Roma İmparatorluğu’nu tamamen etkisiz hale getirecek bir gelişme yaşanacak ve Asyavrupa’da Avar Devleti kurulacaktı.
Şöyle ki, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Justinian Salgını dolayısıyla iyice yıprattığı dönemde, Türkistan’dan batıya doğru hareket eden Avarlar başkenti Segedin olan Avar Devleti’ni 565’de kurmuşlardı.
Avarlar, 597’de Doğu Roma başkenti Konstantinapolis (İstanbul)’in 100 kilometre yakınındaki Çorlu’ya kadar gelmişler ve I. Heraclius döneminde, 616’da Kostantinapolis’i kuşatmışlar ancak başarılı olamamışlardı.
Tam bu dönemde, 610’da, Hz. Muhammed İslam dinini, Roma ve Sasanî gibi büyük güçlerin etkisinden uzak, oldukça rahat bir ortamda tebliğ etmeye başlamıştı.
Müşriklerin yönetimindeki Mekke’den 622’de Medine’ye hicret eden Hz. Muhammed önce burada bir şehir devleti 632’de vefat ettiğinde ise neredeyse Arap yarımadasının tamamını içine alan bir İslam Devleti de kurmuştu.
Kısacası 541–542 Salgını, dönemin iki büyük gücü olan Doğu Roma ve Sasanî İmparatorluklarına büyük birer darbe indirmiş ve İslam’a zemin hazırlamıştı.
Müslümanlar güçlü bir devlet haline geldiklerinde Doğu Roma ve Sasanîlerin yapacakları fazla bir şey kalmamış ve İslam Devleti karşısında devamlı kayıplar vermeye başlamışlardı.
541–542 Salgını, dünyada büyük bir dönüşüme sebeb olan Müslümanların tarih sahnesine çıkışlarında ve kısa sürede büyük güç haline gelmelerinde büyük rol oynamıştı.
1346-1353 Kara Veba salgının güçlenen Avrupa’yı geciktirmesi ve Osmanlıların önünün açılmasındaki rolü
Batıdan Haçlılar ve doğudan da Moğolların saldırıları ile Selçuklular devri kapanırken, yeni kurulan Mısır Memluk Devleti (1250–1517)’nin Komutanlarından Baybars, Ayn Calut Savaşı’nı (3 Eylül 1269) kazanarak Moğolları durdurmuştu.
Bu dönemde Memluklular; bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail, Arabistan, Mısır ve Libya’yı karadan kontrol etmeye başlamışlardı.
Diğer taraftan Anadolu Selçukluların yıkılması ile de birçok küçük devlet kurulmuştu.
Ne Memluklular ne de Anadolu’da kurulan küçük devletler Akdeniz’de bir güç haline gelmediklerinden, Venedik başta olmak üzere Cenevizliler, Floransalılar ve Romalılar güçlü donanmaları ile Akdeniz ve Karadeniz’de limanlar ile ticareti ellerine geçirmişlerdi.
Marmara Denizi’nin doğusunda kurulup gelişen küçük Osmanlı Devleti de İstanbul ve Çanakkale boğazlarında özellikle Venediklilerle baş etmesi mümkün değildi.
1204’te Konstantinopolis’i (İstanbul) yağmalayan 4. Haçlı Seferi’nin başına çeken Venedikliler; Girit, Ege Adalar ve Kıbrıs’ı ele geçirerek bir deniz devleti haline gelmişti.
Adriyatik, Doğu Akdeniz, Adalar Denizi, Marmara ve Karadeniz ve limanlarının birçoğunu işgal ve nüfuzlarına almışlardı.
Venedikliler dışındaki diğer İtalyan devletleri de Akdeniz’deki işgallere katılmışlardı. Memluklular ve diğer Müslüman devletlerin etkisiz kaldığı bu dönemde, özellikle Venedikliler artık deniz hâkimiyetine kara hâkimiyetini de eklemeye başlamışlardı.
Tam bu dönemde 1346-1353 yılları arasında Kara Ölüm/Kara Veba diye bilinen ve Güneybatı Asya’dan gelmiş olan salgın hastalık İtalya’dan etrafa yayılmıştı.
Salgın zirveye çaktığı 1348’de Venedik şehrinde yaşayanların yarısı ölmüştü. Başta Akdeniz ve Karadeniz’deki bütün limanları etkileyen bu salgın, on yıl içinde neredeyse bütün Avrupa’ya yayılmış ve tahminen 70 milyon olan Avrupa nüfusunun üçte biri hayatını kaybetmişti.
Bu salgın başta Venedik olmak üzere İtalyan devletlerinde büyük yıkıma sebeb olurken, Doğu Marmara kıyılarına sıkışmış vaziyette olan Osmanlıların da önünü açan önemli bir faktör olmuştu.
Şöyle ki, 1299’da kurulan Osmanlılar, Orhan Bey zamanında, 1345 Boğazlar bölgesinin Asya yakasına Çanakkale’den İstanbul’a kadar hâkim olmuşlardı.
Ancak deniz gücü olan Venedikliler başta olmak üzere, İtalyan devletlerinin Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını kontrollerinde bulundurmaları dolayısıyla Trakya’ya geçememişlerdi.
1346-1353 arasındaki salgından hemen sonra, 1354'te, Osmanlılar, Çanakkale Boğazı'ndan Trakya'ya geçerek, Gelibolu ve çevresini fethetmişlerdi.
Çanakkale Boğazı ve çevresinin zapt edilmesiyle Marmara Denizi'ne Akdeniz'den giriş ve çıkışlar da denetim altına alan Osmanlılar, stratejik bir devlet olarak hareket ederek, Trakya tarafından da Marmara Denizi'nin Avrupa yakasını kontrol etmişlerdi. Balkanlar istikametinde kilit rol oynayacak olan Edirne'yi ele geçiren Osmanlılar, kuzey istikametinde ilerleyerek Filibe’yi ele geçirmişlerdi (1363).
Bu salgın dolayısıyla büyük ölçüde boşalmış olan Balkanlara yerleşen Osmanlılar, buranın verimli toprakları ve imkânlarını kullanarak çabucak güçlenmişlerdi.
Bu sayede Anadolu’da da etkinliklerini arttıran Osmanlılar, Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan beyliklerini kısa sürede (1389-1390) ele geçirerek Kütahya merkezli Anadolu Eyaleti'ni kurmuşlardı.
Batı Anadolu'daki bu birlik, Osmanlı’nın Akdeniz'de bir deniz gücü haline gelmesine de zemin hazırlamıştı.
Menteşe ve Aydın Beyliklerinin filolarının Osmanlı’ya intikali ile Venediklilerin Batı Anadolu'daki deniz üstünlüğü sona erilmiş; hatta Osmanlı deniz kuvvetleri, Sakız ve Eğriboz adaları ile Venediklilerin elindeki diğer adalara seferler düzenlemeye başlamışlardı (1390).
Bundan sonra Anadolu’yu merkeze alan Osmanlılar, Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz’de hâkimiyet kurarak küresel bir güç haline gelmişlerdi.
Ayrıca bu salgın İtalyan devletleri tahrip ederken, Batı Avrupa’da İspanyol ve Portekizlilerin büyük güç olmalarına da zemin hazırlamıştı.
1520 Salgını'nın Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasını istilalarındaki rolü
14'ncü yüzyılda güçlenmeye başlayan Batı Avrupalı devletler, 15'nci asrın sonlarında artık küresel aktörler haline gelmeye başlamışlardı.
Bu süreçte İspanyollar, 1479'da Kanarya adalarına iyice yerleşmiş, 1494’teki Tordesillas Antlaşması ile Brezilya hariç Amerika katısına işgalinin kendilerine ait olduğu hususunda Portekizlilerle anlaşmışlardı.
16'ncı yüzyıla girerken, Portekiz ve İspanyollar Amerika’da işgallere başlamışlardı.
Kuzey Amerika’da sömürgecilere kaşı savaşan Aztekler, 13'ncü yüzyılda küçük Meksiko vadisine küçük bir devlet olarak ortaya çıkmışlar, birçok devleti kendilerine bağlayarak, benim Aztek Birleşik Devletleri diye isimlendirdiğim büyük bir devlet haline gelmişlerdi.
Güney Amerika’da sömürgecilere karşı savaşan devlet ise, 1438’de kurulan İnka Devleti olup; Ekvador Peru, Bolivya ve Şili topraklarını hâkimiyet altına altında olmakla birlikte nüfuzu daha geniş bir alana yayılmış bulunmaktaydı.
Silah bakımından üstün olan İspanyollar, 1511’de Meksika’ya yerleşmiş, 1520’e kadar Güney Amerika’daki And Dağları ile Kuzeybatı Amerika’da Kaliforniya’ya kadar bütün coğrafyanın ana merkezlerini işgal etmişlerdi.
Aynı dönemde sömürgecilik faaliyetlerine kuzeyde bugünkü Kanada’ya yerleşerek başlayan Fransızlar, Atlas Okyanusu boyunca güneye doğru ilerlemeye başlayacaklardı.
Tam bu sırada Amerika kıtasındaki bütün dengeleri değiştirecek bir salgın meydana gelecek ve özellikle İspanyol sömürgecilerine karşı büyük bir mücadeleye başlayan Amerika yerlileri büyük bir salgına maruz kalacaklardı.
1520’de vatanlarını canhıraş biçimde savunan Amerika yerlileri, birkaç farklı hastalığın aynı dönemde meydana gelmesi dolayısıyla “Cocoliztli Salgınlar” karşısında kırılmaya başlamışlardı.
Bugün Meksika adıyla anılan topraklarda başlayan Cocoliztli Salgınları, Brezilya’dan Kanada’ya kadar Amerika kıtasının tamamını yakınını etkilemişti.
1520-1570 arasında devam eden bu salgın yüzünden tahminen 15 milyon insan ölmüştü.
Silah bakımından üstün olan İspanyollar karşısında bir de salgınla kırılan Aztekler, gittikçe zayıflamaya başlamış ve son Aztek Kralı Cuauhtêmoc’un İspanyollar tarafından 1525 yılında asılmasıyla Astek Birleşik Devletleri yıkılmıştı.
Bu salgından büyük yara alan Güney Amerika’daki İnka Devleti de çökmeye başlamış ve 1532’de İnka Kralı Atahualpa’nın İspanyollar tarafından öldürülmesiyle İnka Devleti de sona ermişti. İspanyollar, 1581’de bugünkü ABD’nin Yeni Meksika eyaletini ele geçirmişler ve genel olarak kuzeye ve Kaliforniya’ya doğru işgallerini genişletmişlerdi.
Kısacası güneyden kuzeye doğru Amerika yerlilerinin topraklarını işgal eden İspanyollar, Florida-Kaliforniya hattında çok önemli bir başarı elde etmiş ve 1776’da da San Francisco şehrini kurmuşlardı.
Bu salgın Fransızların da işgallerini kolaylaştırmış ve Fransızlar 1524’de New York’a yerleşmeye başlamışlardı.
Bilahare daha da güneye ilerleyen Fransızlar 1562-1565 arasında, Florida’ya yerleşmeye çalışmış ancak İspanyolların karşı koyması ile başarılı olamamışlardı.
Bu defa karadan kuzeyden güneye doğru işgallere başlayan Fransızlar, 1682’de, Missisipi, Arkansas’a kadar uzanmışlar ve Fransız Louisiana’nı kurmuşlardı.
Böylece Fransızlar bugünkü doğu ABD’nin orta kısmını işgal ederek, Meksika Körfezi’ne inmişlerdi.
18'nci yüzyıldaki küresel ölçekte yaşanan İngiliz-Fransız rekabetini, 1763’de İngilizler kazanmasıyla İngilizler Kuzey Amerika’da büyük güç haline gelmişlerdi.
Ancak 1776’da ABD’nin kurulması ile İngilizlerin de etkisi oldukça azalacaktı.
Kısacası Avrupalı sömürgeci güçlerin Amerika kıtasını işgal ettikleri vakitte, sömürgecilere karşı koyan Aztek ve İnka devletlerinin 1520’de büyük bir salgınla mücadele etmeleri işgalcilerin işleri büyük ölçüde kolaylaştırmıştı.
Salgının devam ettiği 1570 yılına kadar da Amerika kıtasının büyük kısmı sömürgeciler tarafından işgal edilmişti.
1918-1920 İspanyol Gribi'nin İtilaf Devletlerini güçsüzleştirmesi
1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı; İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve ABD ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı devletleri arasında gerçekleşmişti.
1917 İhtilali dolayısıyla Rusya savaştan çekilirken, ABD, 2 Nisan 1917’de, savaşa dâhil olmuştu.
Almanları kesin darbeyi indirmek için 2 milyon ABD askeri 1918 başından itibaren Avrupa’ya sevk edilmeye başlanmıştı.
Tam bu dönemde, 4 Mart 1918’de, ortaya çıkan ve sonra İspanyol Gribi/Nezlesi diye adlandırılacak olan hastalık hızlı yayılmış, 1918 İlkbaharı’nda Batı Avrupa’da cebhesindeki Fransız birliklerinin dörtte üç, İngiliz kuvvetlerinin yarısından fazlası bu hastalığı yakalamışlardı.
Savaş döneminde uygulanan sansürü dolayısıyla, tarafsız komunda bulunan İspanyol basınında neşr edilen haberler dolayısıyla İspanyol Gribi adıyla anılan bu hastalık Mayıs’tan itibaren Afrika ve Asya’ya da yayılmıştı.
Bu salgının birinci dalgası Ağustos 1918’e kadar sürmüş ve öldürücü etkisi az olduğu için fazla tedbir de alınmamıştı.
Ağustos 1918’de İspanyol Gribi’nin ikinci dalgası başlarken, Batı Avrupa’daki kara savaşlarında da yenilen Almanlar, 6 Ekim 1918’de ABD Başkanı Wilson vasıtası ile ateşkes istemişler ve 11 Kasım 1918’de Birinci Dünya Savaşı sona ermişti.
I. Dünya Savaşı neticesinde Osmanlı Devleti’nin yer aldığı taraf savaşı kaybetmiş, Osmanlı topraklarını paylaşmak isteyen İtilaf Devletleri ise savaşı kazanmışlardı. Suriye ve Irak üzerinden Anadolu’ya, Balkanlardan da İstanbul’a doğru ilerleyen İtilaf kuvvetleri karşında tek başını dayanma gücü bulunmayan Osmanlı Devleti de, 30 Ekim 1918’de, Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmıştı.
Böylece, Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan İngiltere, Fransa ve yeni güç olarak savaşa geç giren zinde ABD’den oluşan İtilaf Devletleri; iyice zayıflamış olan Osmanlı, iç savaş yaşayan Rusya, yıkılmış vaziyette olan Almanya ve Avusturya’da istediklerini yapmak için oldukça elvişli bir fırsat elde etmişlerdi.
Ancak Ağustos 1918’de başlayan İspanyol Gribi’nin ikinci dalağası, galip olanlara galibiyetlerini yaşama zevkini pek vermeyecekti.
Dünyaya siyasal olarak istedikeri şekli vermeye çalışan İngiltere liderliğindeki İtilaf Devletleri hükümetleri, çizecekleri haritalara itiraz edeceklere karşı silahlı birlikler kullanmak mecburiyetindeydiler.
Dört yıllık savaşta yorulan halkı bir şekilde savaşın devamına ikna etmek mümkün iken, Ağustos 1918’de başlayan ikinci salgın dalgası, ABD ve Avrupa ile İngiliz, Fransaz ve İtalyan sömürgelerinden oluşan Afrika limanlarında ve billahssa Avrupa içindeki askeri hareklilik yüzünden tekrar yayılmıştı.
Bu salgın İtilaf Devletlerinin güç kullanmasının önünde bir engel olarak çıkmıştı.
Hastalığın çok fazla ölüme sebep olmasından dolayı alınan tedbirlerle Aralık 1918’de grip salgını durdurulmuştu.
Kısa süre sonra 18 Ocak 1920’de, İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’den oluşan İtilaf Devletleri, Paris Barış Konferansı’na başlayarak mağlublar hakkında kararlar almaya başladıkları sırada, Avustralya’da başlayan yeni salgın dalgası yenden dünyaya sarmış, özellikle New York ve Paris bu hastalıkla baş edemez olmuştu.
Bir pandemiye dönüşen İspanyol Gribi ancak Mayıs 1919’de sona ermişti. Ancak kısa süre sonra bu defa Japonya’da başlayan bu grip salgına ancak 1920’de sona ermişti.
Kısacası Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan İtilaf Devletleri, dünyayı kendilerine göre şekil vermek üzere hareket geçtiklerinede, bunu tam olarak gerçekleştiremelerinde ölümcül nitelikli İspanyol Gribi’nin büyük rolü olduğunu görmekteyiz.
İstedikleri düzeni kurmak için asker sevk etmekte zorlanan İtilaf Devletleri, aksine ortak mekanlarda yaşayan askerler arasında hızla yayılan İspanyol Gribi’ni engellemek için askerlerinini terhis etmek zorunda kalıyorlardı.
İtilaf Devletlerinin halkları da, Alman tehlikesi de bittiği için, askerlerin terhis edilmelerini istiyorlardı.
Askerlere büyük zaiyat verdiren İspanyol Giribi’den ölenlerin 50 ile 100 milyon arasında olduğu dikkate alındığında, halkların bu taleplerininin haklılığını daha kolay anlaşılmaktadır.
İtilaf Devletleri’nin Osmanı Devleti’nin kontrol edebildiği Anadolu’yu parçlamaya başladıkları vakit İspanyol Gribi’nin ikinci dalgası şiddetli devam ettiğinden, İstanbul işgal edilmiş olmasına rağmen İngilziler, Antakya-Antep-Halep’teki askerlerini çekmiş, Anadolu’da kendi askerleri yerine Batı Anadolu’da Yunan ve Doğu Anadolu’da ise Ermenilerleri işgalle görevlendirmişlerdi.
1920’de bu salgın biterken Milli Mücadele örgütlenmesini tamamlamış, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni kurarak zaferin taşlarını çoktan döşemişti.
Elhasıl İspanyol Gribi Galip İtilaf Devletlerine istedikleri düzeni kurmalarında önemli bir engel oluşturmuştu.
Sonuç
Bilinen tarihte yaşanan en büyük salgınlar dikkate alındığında, tarihin sadece insanlar tarafından yapılamayacağı ortaya çıkmaktadır.
165-180 Antoninus salgın güçlü Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlara yaptığı zulmün sona ermesine zemin hazırlamış, hatta Romalıların resmen Hıristiyanlaşmasında önemli bir rol oynamış ve Avrupa kimliğinin değişmesine neden olmuştur.
541-542 Justinyen Vebası’nın İslam dininin rahat yayılmasını sağlamaya büyük katkısı olmuş ve dünya da yeni bir dönem başlamıştır.
Ön Rönesans döneminde İtalyan merkezli olarak Avrupa güçlenirken ortaya çıkan 1346-1353 kara veba salgını güçlenen Avrupa’nın geciktirmesine ve Osmanlıların önünün açılmasında büyük rolü olmuştur.
Avrupalı sömürgeci güçlerin Amerika kıtasını işgal ettikleri vakitte, sömürgecilere karşı koyan Aztek ve İnka devletlerinin 1520’de büyük bir salgın ile perişan olması yüzünden Avrupalı işgalcilerin işleri büyük ölçüde kolaylaştırmıştı.
Birinci Dünya Savaşı biterken 1918-1920 İspanyol Gribi de galip İtilaf Devletlerine istedikleri düzeni kurmalarını engelleyen büyük bir faktör olmuştu.
Kısacası küçük bir mikropla başlayan salgınların tarihteki büyük dönüşümlerde önemli roller oynadıklarını söyleyebiliriz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish