Bir dönemin tanığı: Hasan Usta... “Dikkat! Gözünü kırpma, kıpraşma çekiyorum”

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Henüz yedi ya da sekiz yaşlarındayken, babam aile olarak hepimizin vesikalık fotoğraflarını çekmek için eve fotoğrafçı getirdi. İtiraf etmeliyim ki, o zamana kadar fotoğraf makinesi görmemiştim.  

Annem, ablalarım ve ben şaşkın şaşkın gelen fotoğrafçının elindeki ahşap kutuya bakakalmıştık.

Bir fotoğraf makinesinin nasıl bir araç olduğunu bilmediğimiz için, fotoğrafçının elindeki ahşap sandık, tam anlamıyla bir giz metaforu olarak karşımızda duruyordu.

İşinin ehli olan fotoğrafçı, önce üç ahşap ayaktan oluşan düzeneği, taş duvara 1-2 metre uzaklığa düz bir yere yerleştirerek işine başladı. Ahşap kutuyu üçayak üzerine koyarak çekime hazır hale getirdi.

Sonra duvara siyah bir perde astı, perdenin önüne de bir tahta tabura yerleştirdi. Artık fotoğraf çekim için her şey tamamdı.  

Fotoğraf deyince aklınıza dijital ya da analog fotoğraf makineleri gelmesin.

Orta boy bir koli büyüklüğünde bir ahşap sandık, sandığın perdeye bakan kısmının tam ortasında belirgin bir objektif, objektifin tam tersi yönde ise kutunun bir yüzeyini kapatacak kol uzunluğunda siyah bir örtü ve görüntünün ters olarak yansıdı buzlu cam bulunan mekanizma fotoğraf makinesini oluşturuyordu.
 

Pinterest (3).jpg
Fotoğraf: Pinterest


Heyecandan nutkum kesilmişti desem yalan olmaz.

Karşımda tanımadığım birisi, sandığın içinden bana bakıyor, kafasını siyah bez kolun içine sokuyor, sonra öndeki objektifle oynadıktan sonra sert ve ciddi bir ses tonunda “Dikkat, buraya bak, gözünü kırpma” dedikten sonra, objektifin önünde bulunan bir koruma kapağını hızlıca yana çekerek, birkaç saniye içinden saydıktan sonra tekrar metal korumayı objektifin üzerine kapatarak çekim işinin birinci bölümünü tamamlamış oluyordu.

Hiç konuşmadan bu kez, sandığın arka kısmında kol uzunluğunda siyah bezin içinden elini geçirerek, sandığın içinde birtakım işlemler yapmaya başlıyor ve birkaç dakika içinde ıslak fotoğraf kağıdını sandıktan çıkararak kuruması için ipe asıyordu.
 

Pinterest (2).jpg
Fotoğraf: Pinterest


Her birimiz için ayrı ayrı, aynı işlemleri yaparak, kısa zamanda ıslak siyah beyaz fotoğraf kağıdını bir bezle silerek ve kuruttuktan sonra bize uzatıyordu.

Hepimiz şaşkındık. Bu gerçek olamazdı, sandıktan siyah beyaz suretimiz çıkmıştı...

Bir babam tepkisizdi. Sanırım babam da askerde fotoğraf çektiği için biliyor olmalıydı.

O gün fotoğraf kavramı zihnimde bir hayli yer almış olacak ki, yıllar sonra fotoğraf merakım hayatımın en önemli uğraşlardan biri oldu.

Evimize kadar gelip fotoğraflarımızı çeken Hasan Usta gibi bir ticari faaliyetim olmadı; ama yıllarca insanların sosyal hayatlarını fotoğraflamaya çalıştım.
 


O tarihte duvar dibinde, siyah eskimiş bir perdenin önünde çektiğim ve hayatımın ilk fotoğrafı olarak anılarımda saklı kalan fotoğrafa bizde sulu, bazı bölgelerde şipşak ya da alaminüt adı veriliyordu.

Hayatımın ilk fotoğrafı olmasına rağmen, kısa süre sonra kayboldu. Oysa o fotoğraf benim için bir başlangıçtı, yıllar sonra da olsa elimin altında olmalıydı. Ama olmadı, çok kısa sürede kaybettim.

Belki ablalarımdan birinin saklamış olma ihtimalini hala içimde küçük bir umut olarak yaşatıyorum.

Sulu fotoğraf çekmemizin üzerinden yedi sekiz yıl geçtikten sonra, merakım sonucu Rus malı Lubiter 2 marka bir fotoğraf makine edindim.

Kısa sürede fotoğraf sanatına tav oldum, merakım daha bir gelişerek fotoğrafçılığa adım attım. Bu nedenle de ben yaz tatillerinde, okul dışındaki bütün zamanlarımı fotoğraf çekmeye ayırmaya başladım.

Biraz da okul harçlığımı çıkarmak için Siverek’te ‘Şeytan Küçesi’ olarak bilinen, dar ve dolambaçlı eski çarşının içinde Foto Hayat’ta çırak olarak çalışmaya başladım.

Ama yanlış giden bir şeyler vardı, stüdyo fotoğrafçılığı beni sarmamış olacak ki, spotlar altında fotoğraf çekmeyi pek öğrenemedim.

Ama insanların doğal halleri, sosyal hayatları ilgimi çektiği için, gözüm hep sokak fotoğrafçılığında oldu.

Kısa sürede boynumda Rus malı 12’lik filmli makinem sokak sokak gezmeye başladım, önüme gelen her şeyi fotoğrafladım.

Babam buna kızsa da ben tarzımı değiştirmedim ve sokakların fotoğraflarını çekmeye devam ettim.

O yıllarda fotoğraf giderek gelişmeye başlamasına rağmen, halen sokakta sulu yani şipşak fotoğraf çekenler kısmen de olsa varlığını sürdürüyordu.
 

1976 Urfa - Pinterest.jpg
1976, Urfa / Fotoğraf: M. Aydoğan - Pinterest


Yanlış hatırlamıyorsam, o dönem iki kişi sulu fotoğraf çekmeye devam ediyordu. Bunlardan biri de, bizim vesikalık fotoğrafları çeken Hasan Usta’ydı.

Aradan yıllar geçmesine rağmen, fotoğrafımın akıbetini ve belki negatifini bulma umuduyla kendisine sordum. O zaman her nedense negatife “Arap” diyorlardı.

İleriki zamanlarda bu “Arap” kavramının ötekileştirici ve ırkçı bir yaklaşım olduğuna kanaat getiriyordum.

Hasan Usta soruma karşı yüzüme baktı, uzun bir süre hiçbir şey söylemedi ve biraz da sert bir şekilde
“Aradan on yıl geçmiş yeğen! Bende çektiğin fotoğrafın 'Arap'ı yok. Ne yapacaksın ki zaten, istiyorsan seni yeniden çekeyim” demişti.

Sonra hiç bahsini açmadım. Yıllarca içimde, kaybettiğim fotoğraf ukde olarak kaldı.

O günden sonra alaminüt fotoğrafın nasıl çekildiğini merak ettiğim için zaman zaman kendisini çalışırken izlemeye giderdim.  

Küçük bir ahşap sandığı andıran fotoğraf düzeneğinin nasıl bir gizem taşıdığını çözmeye çalışırdım.

Kocaman bir stüdyo, küçük bir kutunun içine sığdırılmıştı.
 

Hasan Karcı  (1).jpg
Hasan Usta (Hasan Karcı)


Hasan Usta belki de rakip bir iş yerinde çalıştığımdan dolayı olacak ki, meselenin püf noktalarını sormama rağmen pek anlatmadı.

Bu nedenle sulu fotoğrafçılığı hep merak ettim ve bir türlü de öğrenemedim.

Hasan Usta, ahşap sandığını kullanırken, ben analog fotoğraf makinesini kullanmaya devam ettim.

Oysa bana sulu fotoğrafçılık çok ilginç geliyordu. O ahşap sandık, hem stüdyo, hem de karanlık oda.

Fotoğraf kağıdının banyo edildiği yer de sandığın içindeydi. Bu nedenle bana olağanüstü bir olay gibi geliyordu.

Ben de fotoğraf çekiyordum; ama ne banyosunu ben yapıyordum, ne de baskı işini. Oysa Hasan Usta fotoğrafla ilgili bütün işlemleri ahşap sandığa sığdırıyordu.

Bu nedenle sulu fotoğrafçılığı ve Hasan Usta’yı hiç unutmadım.

Hasan Usta ömrünü fotoğrafçılıkla kazandı, yıllarca hükümet konağına, adliye binasına giden yolun üzerinde, bir duvar dibinde fotoğrafçılığa devam etti, ekmeğini çıkardı, ev geçindirdi.

Ben ise ömrümde fotoğraftan hiç para kazanmadım. Paramın büyük kısmını makine ekipmanlarına, çektiğim fotoğraflarının baskılarına harcadım.

Fotoğraf, hayatımda yığınca sorun ve sıkıntı anlamına geliyordu, yine de vazgeçmedim. Merakımın peşinden gittim.
 

1070 Anadolu’da bir kent.jpg
1)70 Anadolu’da bir kent / Fotoğraf: Pinterest


Çalıştığım dükkanın birkaç dükkan ötesinde, bir duvar dibinde sulu fotoğrafçılığa devam eden Hasan Usta’nın en eski fotoğrafçılardan birisi olduğunu öğrendiğimde, ben artık üniversite eğitimi için Siverek’ten ayrılmıştım.

Hasan Usta ise sulu fotoğrafçılığına devam etmeyi sürdürdü. Her gün ahşap kutunun içinde, el çabukluğuyla siyah beyaz fotoğraflarını tab ederek işini yürüttü.

Özelikle köylerden gelenlerin fotoğraflarını çekiyor, okuma yazma bilmeyenler için imza yerine geçen tunçtan mühürler kazıyordu.

Yıllar böyle geçti. Hasan Usta sulu fotoğrafçılığını sürdürürken, oğlu hemen yanı başında stüdyo dükkanı açarak fotoğrafçılığı bir adım ileriye taşıdı.

Oğlu stüdyoda fotoğraf çekerken, o eski yerinde, duvar dibinde yoksul ve dar gelirli insanların sulu fotoğrafçılığına devam etti.

Köprüden çok su akmaya, fotoğraf sektörü olağanüstü bir değişim evresine girmeye başlamıştı... Sulu fotoğrafçılığın yerini stüdyo; stüdyonun yerini ise renkli laboratuarlar alarak, en ücra köşeye kadar yayılmaya başlamıştı.

Bu ara Hasan Usta, 1986 yılında sulu fotoğrafçılığı bırakarak, oğluyla çalışmaya devam etse de, ahşap ekmek teknesini uzun süre muhafaza etti, hatta anında fotoğraf isteyen olduğunda kullanmayı sürdürdü.

Hayatının son anına kadar fotoğrafla meşgul oldu ve hayatını 1994 yılında noktaladı.
 

Hasan Karcı  (2).jpg
Hasan Usta (Hasan Karcı)


Ben yıllar içerisinde çok makine eskittim ve belgesel tarzda fotoğraf çekmeye devam ettim. Zamam zaman Siverek’te bulunan Şeytan Küçesi’nde eski günleri yad etmek amacıyla çalıştığım yerlere gittim.

Her şey değişmiş, dükkanlar yıkılmış, çalıştığım Foto Hayat ve  Hasan Usta’nın oğlunun açtığı Foto Umut yoktu artık.

Hasan Usta bir dönemin tanığıydı, bu nedenle hikayesi de bana ilginç geliyordu.

Bundandır ki her şeyden önce Hasan Usta’nın ahşap kutudan ibaret fotoğraf makinesiyle çekilen birkaç fotoğrafa ulaşmak için izini sürmeye başladım.

Oğlu, fotoğrafçılığa devam etmek için İzmir’e yerleşmiş, babasının mesleğini orada yaşatmaya devam ediyordu.

Kendisiyle iletişime geçtiğimde ilk hayal kırıklığını babasının fotoğrafıyla ilgili yaşadım.

Yıllarca fotoğraf çeken, Siverek’teki eski nüfus cüzdanlarının çoğunun fotoğraflarını çeken Hasan Usta’nın makine başında hiçbir fotoğrafı yoktu.

Terzi söküğünü dikemez lafı bir kez daha doğrulanıyordu.

Buna rağmen hikayesini yazmak, kıyıda köşede kalan fotoğraflarına ulaşmak istedim. Bunu yaparken kendimi aramaya, geçmişte kesişen noktalarımızı bulmaya çalıştım.
 

Hasan Karcı  (3).jpg
Hasan Usta (Hasan Karcı)


Hasan Usta 1927 Siverek doğumluydu. Siverek’e bağlı Hop köyünden göç ederek ilçeye yerleştikleri söylenir.

Amcası o dönemin en ünlü terzilerinden biri olan Reşat Usta'ydı. Malum o dönem şehirde yaşayanlar çocuklarını daha küçükken meslek öğrensin diye bir sanatkarın yanına gönderirlerdi.

Hasan Karcı da amcasının yanında terzilik mesleğini öğrenmek için her gün sabah erkenden dükkanına gidiyor, amcasının dediği işleri yaparak, mesleği öğrenmeye çalışır.

Kısa sürede işi kavramaya, iğne ile iplikle arasında ki ilişkisini düzeltmeye gayret eder. 

Hayali bellidir, biraz öğrenip, kendi işini kurmak.  

Yıllar böyle geçerken, amcasını İstanbul’a kumaş getirmeye gitmesiyle hayatının değişeceğinden habersiz o dükkandaki işini sürdürmeye, sökükleri dikmeye, arada bir dikiş için makinenin başına geçerek, hayaline kavuşmayı düşünür.

Amcası birkaç gün İstanbul’da kaldığı sırada, kumaş aldığı tüccar, Siverek’te bir fotoğrafçının olup, olmadığını sorar.

Terzi Reşat Usta, önce soruya bir anlam vermese de, "Yok" diye cevap verir.

Kumaş tüccarı hemen ayak dibine koyduğu ahşap kutuyu göstererek, şöyle der:

Bu bir fotoğraf makinesi. Bir alacaklımdan aldım. Sen bunu al, Siverek’e götür. Dükkanın önüne kur, gelen gidenin fotoğrafını çeker, kiranı çıkartırsın. İşine de engel olmaz. Hatta çok para kazanabilirsin. Devlet her işte fotoğrafı zorunlu kılıyor.


Terzi Reşat, kumaş aldığı tüccarın önerisi karşısında şaşırır, kendi mesleğiyle fotoğrafçılık arasında bir bağ kuramasa da tüccarın ısrarı üzerine kabul eder.

Basit bir kutuyla ve birkaç top kumaşla geri döndüğünde takvim yaprakları 1946 yılını göstermektedir.

Terzi Reşat Usta, bir iki gün içinde fotoğraf makinesinin düzeneğini anlatıldığı gibi kurar, bu işin sorumluluğunu da yeğeni Hasan’a verir.

Bu işi kendisine verdiği için kırılan Hasan, içten içe amcasına kızıar ama; sessiz kalarak işi öğrenmeye çalışır. Ve kısa zamanda öğrenir de.

Her gün biraz daha fazla müşteri gelmeye başladığında, amcasının kendisine verdiği paranın az olduğunu düşünerek işi bırakıp, başka işlere yönelir.

O yıllarda okuma yazma bildiği için devlette tahsilat memuru olur, köylere vergi toplamaya, hayvan pazarında makbuz kesme işine bakar.

Ama aklının bir köşesinde fotoğrafçılıkta kazancın daha fazla olduğu gerçekliği kendisini dürtmektedir. Çünkü fotoğraftan daha fazla para geleceğinin inanır.

Amcasından makineyi satın alarak, kendi işini kurma konusunda ilk adımını atar ve tahsildarlıktan da istifa eder.

Amcasından kendisi için yer alarak da onun dükkanın önünü kullanır, sonra Şeytan Küçesi’nde bulunan Yeni Meydana taşınır.

Çünkü Yeni Meydan, hem kalabalık hem de bütün köylülerin uğrak yeridir. Hayvan tüccarları, Siverek’in eşraflarının oturup sohbet ettiği, çay içtiği merkezi bir yer.

Adı meydan, ama dört etrafı çayhanelerle kaplı, ağaçlık, serin bir alan. Bu nedenle müşterisi çok, gelen gidenin uğrak yeri.

Hasan Usta, burada işine devam eder. Yıllarca hiç bıkmadan, yaz kış işini yapmayı sürdürür.

Ahşap kutunun içinde kimyasallarla her gün temas ettiğinden dolayı parmakları yara bere içinde kalır; ama o hiçbir zaman işinden vazgeçmez.

Kışın buz gibi havada, yazın kavurucu sıcakta ahşap kutusunun başında işini sürdürür.

Kazandığı parayla ev alır, çocuklarını okula gönderir, onlara sermaye biriktirir.

Ta ki oğlu Ömer, baba mesleğini 1986 yılında devir alıp, analog sisteme geçene kadar.

Oğlu işe başladığında Hasan Usta köşeye çekilmez; ama artık eski günlerdeki gibi sulu fotoğrafın öneminin kalmadığını görür.

Fakat buna rağmen eli emektar mesleğini bırakmaya gitmez.

Yıllarca bir ahşap kutunun vizöründen insanların vesikalık fotoğrafını çeken, onların dertlerini arzuhale döken ve mühürler kazıyan Hasan Usta, hayatını 1994 yılında Siverek’te noktaladı.

Şimdi ise torunları, aldıkları mirası çağın son teknolojilerini kullanarak devam ettiriyorlar…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU