Koronavirüs olayı bütün dünyayı kasıp kavurmaya devam ediyor.
Medya ve sosyal medya organları yüreğimizi ağzımıza getirecek görüntüler paylaşmakta hiç tereddüt göstermiyorlar.
Şahsen ben hala başladığımız yerdeyim ve bu koronavirüsün bir hakikat olduğuna inanıyor isem de, ardındaki bunca propaganda ve korkutmanın oyun olduğunu düşünüyorum.
Dünyayı yöneten ve dünyanın kaynaklarını, zenginliğini elinde bulunduran şirketlerin arkasındaki şeytani akıl dünyaya yeni bir düzen, belki yeni bir format çekmek istiyor ve bütün bunları büyük bir dünya savaşı olmadan başarmaya çalışıyor.
Sanırım yeni bir düzen oluşturmak için yapılan propaganda yeterince başarılı da oldu.
Dünyanın birçok önemli aydını bu sürecin muazzam değişimlere yol açacağını söylüyor ise de ben bu kanaatte değilim.
Dünyada demokrasi, insan hakları, dezavantajlı insanların sağlıklı ve daha huzurlu bir yaşam sürdürmesi, açlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılması, tartışmalı olan bölgelerdeki savaşların sonlandırılması için bir gelişme olabileceğine de inanmıyorum.
Bütün bunların olmayacağını bu kadar katiyetle söylememin sebebi, üç aydır bu kadar salgın, hastalık, enfekte, ölüm vb. kelime ve kavramlar ortalıkta dolaştığı, her gün hastalanan ve ölen insanların istatistikleri verdiği halde ne devlette ne, ne siyasi parti yöneticilerimizde ve ne de örgütte zerre kadar bir değişim olmadı.
Aynı şey diğer bütün dünya devletlerinin söylem ve eylemlerinde de var. Yani hiç kimse bundan 3 ay önceki pozisyonundan zerre kadar gerilemiş değil.
Ayrıca her gün haberlerde koronadan ölen insanların yanında "etkisiz hale getirilen" insanların sayısı da gözden kaçmayacak yoğunluktayken, Diyarbakır'daki gariban köylülerin başına gelen karanlık eylemler ise devam etmektedir.
Millet meclisindeki tartışmalı-kavgalı toplantılar, yardım toplamaya çalışan belediyelere konulan engeller, gönüllü karantina uygulama çağrılarına rağmen Meraklı Melahat misalli gezmeler vs. vs.
Daha fenası devletin neredeyse varlık sebebini ortadan kaldıracak olan vatandaşları arasında ayrım gözetmeden uygulaması gereken eşitlik ilkesine aykırı şekilde davranıp en basit düşünce suçlularından siyasilere, gazetecilerden sosyal medya kullanıcılarına, bir derse katılmış, bir gazeteye abone olana kadar binlerce insan hapishanede bırakılırken, katil, tecavüzcü, rüşvetçi, eroinci, hırsız vb. suçları işleyenlere infaz yasasıyla zımni af getirmek neyle izah edilebilir?
Peki değişen ne? Dünyada bir düzen değişecekse niye bu değişimin zerre miskali bizde görülmüyor?
Bence bütün bunlar vicdan eksikliğinden kaynaklanıyor. İnsanoğlunun yasa, mahkeme ve diğer yasal düzenlemelere ihtiyaç duymadan yaşamını barış ve uzlaşma içerisinde sürdürebilmesi için, fiillerini sorgulayabileceği bir merci olan vicdandan bahsediyorduk.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Benim kanaatime göre demokrasi de faşizm de iki insan arasında başlar.
İnsan eğer karşısındaki insana insanca davranıyor, onun hak ve hukukuna saygı gösteriyor, kendisi için istediği bir şeyi onun için de istiyor, onunla olan ilişkisinde empati kuruyor ise bu insani, vicdani ve demokratik bir davranış şeklidir. Bu davranışların zıddı ise gayri insani ve faşistçe davranıştır.
Ve karşımızdaki insanlarla ilişkilerimizde esas olan fikir değil, karşımızdakinin fikridir.
Çünkü insanlar kendilerini fikirleri ile değerlendirirken başkası yaptıklarıyla değerlendirir.
Yani demem o ki, ne kadar vicdanlı ya da vicdansız olduğumuza kendimiz değil, karşımızdakiler karar verebilir.
Batılı psikiyatristler, insanları değerlendirirken, onların davranışlarına sebep olan üç bilişsel süreçten bahsederler.
Biliniyor insanın bir alt egosu vardır buna İd denir; bir normal egosu vardır, bir de üst egosu vardır ki buna da süperego diyorlar.
İslam ahlakçıları ve felsefecileri ise bu üç egoyu çok daha öncesinden tespit etmişler; insan davranışlarını oluşturan üç süreç vardır; biliş ve düşünme süreci, öfke gücü ve şehevi güçtür.
Bunlar insanın alt benliğinde oluşan ve insanların fikirlerini oluşturan etmenlerdir.
Müslüman alimler, bu süreçlerin kontrol edilebilir olduğunu ve eğer insan iradesine sahip ise üç şey çıkar ortaya; hikmet, şecaat ve iffet. Yani irfani bilgi, cesaret ve haya.
Hikmet, şecaat ve iffet oluştuğu anda da vicdan ve adalet kendiliğinden oluşur.
Bu üç duyguya sahip olan insanlar, yani hikmete, şecaate ve iffetine sahip olan insanlar adaleti kendiliğinden uygularlar, vicdan sahibi olurlar ve fikir ve davranışlarında vicdanları ile hareket ederler.
Elbette ki vicdan olgusunun din ile bir ilişkisi varsa da materyalist insanlarda ve semavi dinlerin dışındaki diğer beşeri dinlere sahip bireylerde de vicdan vardır ve olmalıdır.
Ancak, Victor E. Frankl vicdanın nihai olarak din ile bir ilişkisi olduğunu ve dindar olmayan insanların her şeyi nihai olarak vicdanlarına sorduğunu ama bunun zirveye varmadan önceki son durak olduğunu, ama zirvenin insanı da aşan ve aşkın olan tanrı ile ilişkili olabileceğini söyler. (Frankl, Psikoterapi ve Din,s.50-52)
Postkorona dönemde bir değişiklik umuluyorsa şayet, başta bu ülkede siyaset yapan herkesin Abraham Lincoln'un şu tarihi düsturuna kulak vermeleri icap eder;
Ben yapacağım her şeyi vicdanıma danışır ve sonra da tereddütsüz harekete geçerim, eğer muvaffak olursam zaten kimse bir şey söyleyemez, muvaffak olamazsam, o zaman da gökten bütün melekler yere inseler, yine beni müdafaa edemezler.
Ve birey olarak da her insanın fiil ve davranışlarında, mahkemelere düşmeden kendi yüreğinin mahkemesinde yargılanmayı esas alması ve "Kanunlara dayanan adli muhakemelerden, daha büyük bir muhakeme vardır ki, bu da her kişinin kendi vicdanıdır" diyen Gandhi'ye kulak vermesi gerekir diye düşünüyorum.
Zira yüreğimizdeki kısık dahi olsa ilahi sesi duyduğumuz ölçüde hayvani davranışlarımızdan arınır ve insani halimize ulaşırız...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish