Karl Marx (1818-1883) ve Karl Polanyi (1886-1964) kapitalist sistemin geleceği üzerine oldukça farklı tezler ortaya koyan fikir insanları olarak tarihe geçtiler.
Ortak yönleri, Soğuk Savaş döneminde dünyanın iki farklı coğrafyasında uygulanan ekonomi politik sistemlere doğrudan ya da dolaylı olarak ilham vermiş olmalarıydı.
Sosyalist blok büyük ölçüde Marx’ın görüşlerine yaslanıyordu.
Batı’nın (özellikle Batı Avrupa’nın) refah devleti modeli ise Polanyi’nin “katışık liberal uzlaşı” görüşünden –piyasanın ancak toplum ve siyasetin önem verdiği değerler ile katışarak meşruiyet sağlayabileceği savından– esinleniyor gibiydi (Her ne kadar J.M. Keynes adı ön plana çıkmış olsa da).
Bu iki siyasi iktisatçının kaderlerindeki ortak yön bununla kalmadı.
1980’lerden itibaren bu iki düşünürün adları adeta unutulmuştu.
Yaklaşık 30 yıl sonra yıldızları yeniden parlamaya başladı.
2008 Büyük Durgunluk döneminden sonra ve özellikle de yaşamakta olduğumuz Kovid-19 günlerinde ise tam tersine adlarının üzerindeki tozların alınmış olması, kapitalizmin geleceği üzerine yapılan tartışmalarda görüşlerinin dikkate alınmasının adeta zorunlu hale gelmesi,bu iki adamın kader çizgilerini yeniden birleştirdi.
Kapitalist sistemin dağılmakta olduğu yönündeki şüpheler, özellikle 2008 krizinden sonra giderek arttı.
Ancak çok gariptir ki, son 12 yıla baktığımızda, hiper-kapitalizme yönelik yoğun eleştiriler dile getiren çok sayıda entelektüel ve siyasetçinin varlığına rağmen, uygulama alanında çok az şeyin değiştiği görülüyor.
Bırakın kapitalizme alternatif (örneğin sosyalist) yeni bir uygulamayı, kapitalist sistemin 2008-öncesi politikaları bile fazla değişmeden yoluna devam ediyor –Batı ülkelerindeki popülist hareketlerin önemli bir dayanağı da bu zaten.
Kovid-19 salgınının yarattığı küresel şok acaba sistemik bir değişim yaratır mı?
Gerçekten, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı?
Bu soruya farklı yanıtlar verilebilir. Kimsenin de bugün için yanıldığını söyleyemeyiz.
Ancak bugünden yarına kapitalist sistemin radikal olarak değişeceğini, bir başkalaşıma uğrayarak “kapitalist” olmaktan hızlıca çıkacağını ileri sürmek gerçekçi değildir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi hızlı, ani bir kurumsal yok oluş beklemek yanıltıcıdır.
400-500 yıllık bir süreç içinde şekillenmiş köklü bir sistemin aniden ortadan kalkması beklenemez, kendisinden önceki feodal sistemin 300 yıllık yok olma sürecinde de görüldüğü üzere uzun zaman dilimlerinde ve tedrici bir değişim ve dönüşümden bahsetmek daha doğru olacaktır.
Kapitalizm sadece bir piyasa ekonomisi değil, aynı zamanda bir siyasi ekonomidir.
Ancak, Kovid-19 pandemisi kapitalist sistem için önemli bir “stres testi” olarak görülebilir.
Pandemi, kapitalizmin 21'nci yüzyılın sonuna kadar karşılaşması beklenen ekolojik krizin bir parçası ve ön uyarısı olarak da değerlendirilebilir.
Ya da, kapitalizmin uzun dönemli “yapısal” sorunlarıyla etkileşim içine giren ve kapitalizmin bu sorunlarla yüzleşmesini zorlayan, süreci hızlandıran bir etken olarak düşünülebilir.
Küresel kapitalizmin iki “yapısal” sorunu: İklim değişikliği ve orta sınıfların çöküşü
Makro-tarih sosyologlarının üzerinde durdukları, küresel kapitalizmin kendi sonunu getirebilecek iki önemli meydan okuma var: Ekolojik kriz ve robot çalışanlar.
Birincisi, açık. İkincisi ise, yapay zekanın (robotların) üretim süreçlerinde yaygınlaşarak orta sınıfları tarihin çöplüğüne atma olasılığıdır.
Kovid-19 salgını, devletlerin iklim değişikliğine yönelik sorumsuz yaklaşımlarının yol açabileceği sorunlara yönelik hızlı çekim bir uyarı işlevi gördü.
İnsanlar ile diğer canlıların yaşam alanlarının iç içe geçmesinin şok edici sonuçlarından bir örnek sundu.
Diğer yandan, pandeminin, Alman ekonomist Dalia Marin’in belirttiği gibi, dünya ekonomisinde son yıllarda yaşanmakta olan, robotların üretim bandında çalışanların yerine geçmesi trendine büyük bir ivme kazandırması bekleniyor.
İnsanların büyük kısmı giderek piyasa mantığı açısından “kullanışsız”, “gereksiz” hale gelme yolunda.
Kapitalizmin orta sınıfın koruyucu yastığından mahrum hale gelmesi yaşamsal bir meydan okuma (Bu trendin yol açacağı başkaca etkileri başka bir yazıya bırakalım).
Böylece, Kovid-19 virüsü küresel kapitalist sistemin gelecekte uğraşmak zorunda kalacağı önemli “yapısal” sorunlarla bir ölçüde daha yakın bir gelecekte yüzleşmesini sağlamış olacak.
İkincisi, pandemi, bu sorunlara radikal bir görünürlük sağladı, bir hayat memat meselesi olduğunun idrak edilmesini sağladı.
Üçüncüsü de, elbette, bu sorunlarla nasıl baş edilmesi gerektiğine ilişkin entelektüel ve siyasi arayışların yoğunlaşmasına yol açtı.
Kapitalizm-içi ve karşıtı yaklaşımlar
Kapitalizmin sorunlarına karşı çözüm arayışlarının genel olarak paradigma dahilinde konumlandığı görülüyor.
Yani merkezine piyasanın kaynakları dağıtması ilkesini yerleştiren ama ikinci düzey konularda epeyce ayrışan yaklaşımlar.
Muhafazakar ve sağ liberal yaklaşımlar, kapitalizmin karşılaştığı sorunları yine kapitalizmin kendi yaratıcılığının ve esnekliğinin çözeceğini, endişe edilecek şeyin devletin piyasa mekanizmasına “aşırı” müdahalelerde bulunması olduğunu belirtiyor.
İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın pandemiye yönelik ilk başlarda uyguladığı politikada bu yaklaşımın izlerini görmek mümkündür.
Liberal sol ve sosyal demokratlar ise, kapitalizmin “terbiye edilmesinin” şart olduğunu, piyasaların ulus-devletlerin içerideki demokratik konsensüslerine zarar vermeyecek biçimde “aşırılıklarından arındırılması” gerektiğini ileri sürüyorlar.
Javier Solana’dan Joe Biden’a kadar pek çok siyasetçi bu görüşü sağlık sistemi ve pandemiyle mücadele bağlamında dile getiriyorlar.
Merkez sola benzeyen ama önemli bazı farklılıklar da içeren yeni (ilerici) sol akım ise, piyasayı esas almakla birlikte devletin “piyasa arızalarını” giderecek bir aktivizme sahip olmasını, bu aktivizmini yeşil ekonomi, üniversal sağlık sigortası, vatandaşlık maaşı, ücretsiz eğitim gibi konulara yoğunlaştırmasını savunuyor.
Örneğin ABD’de Demokrat Parti’nin başkan aday adaylarından Bernie Sanders ve Elizabeth Warren bu türden yeni sol politikaların savunucusu oldular.
Öte yandan, kapitalizm karşıtı yaklaşımların başlıcası, piyasa mekanizmasının yerine devletin merkezi planlamasını koymayı zorunlu gören sosyalist yaklaşımdır.
Örneğin, makro-tarih sosyoloğu Randall Collins, robotların orta sınıfları yok etmesiyle baş etmenin yolu olarak –Doğu Bloku tecrübesinin totaliterliğinden ve bürokratik ataletinden arındırılmış bir– sosyalist alternatif öneriyor.
Thomas Piketty ise, “katılımcı” bir sosyalizmden bahsediyor. Ona göre sistem, eşitlik, toplumsal mülkiyet ve eğitim, bilgi ve gücü paylaşmaya dayanan bir ideoloji etrafında tasarlanmalıdır.
Günümüzün popülist-otoriter iktidarlarının ise, kapitalizme ilişkin konumlanışı muğlaklığını koruyor.
Genel olarak iktidarını güçlendirmek için piyasanın işleyişini esir alıyorlar ve dış dünyaya merkantilist bir anlayışla (kazan-kaybet mantığıyla) yaklaşıyorlar.
Ama genel olarak kapitalizme karşı bir cephe de açmıyorlar. Rusya lideri Vladimir Putin, Macaristan başbakanı Victor Orban gibi örnekler ortada.
Kapitalizmin acelesi yok
Bir nokta öne çıkıyor: Kovid-19 ya da başka nedenlerle kapitalist sistem stres altına girdikçe piyasa normları, çeşitli siyasi ve toplumsal normlarla, beklentilerle giderek daha yoğun bir etkileşim ve “katışıklık” içine girecektir.
Bahsettiğimiz normların doğasının ise, her ülkenin içinden geldiği tarihi patikasının “yapışkan” ögelerince belirleneceği bellidir.
“Kapalı” siyasi ve toplumsal kurum ve normların egemen olduğu ülkelerin, stres altında, daha otoriter, devletçi, merkantilist bir yönde ilerlemesi beklenebilir.
Bu da, koyu bir devlet kapitalizmine ya da daha ileri giderek neo-faşist bir merkantilizme yol verebilir.
Daha demokratik değerlere sahip ülkelerin ise, sistemik stresin yoğunlaşması durumunda, piyasa, devlet ve toplum aktörlerinin uzlaşısına dayanan yeni bir dengeyi tutturmaları olasıdır.
Bu ülkelerde 1980 sonrasının hiper-kapitalizmin yerini –Polanyi’nin deyimiyle– “katışık liberal uzlaşı”ya bırakması daha büyük olasılıktır.
Bu yöndeki bir gelişme, kapitalizmi kendi kendini yok etmekten alıkoyabilir –tıpkı 1945 sonrası dönemde ileri kapitalist ülkelerin uygulamaya koyduğu, Keynes’in fiilen öncülüğünü ettiği refah devleti uzlaşısının yaptığı gibi.
Bugünlerde pek çok kişi, Kovid-19 virüsünü mikroskop ile kapitalist sistemin geleceğini ise adeta teleskop ile inceliyor.
Marx –eğer olup bitenlerden haberi varsa– Londra’nın Highgate mezarlığında kapitalizmin “akciğer tomografisi” sonuçlarını büyük bir heyecanla bekliyor olmalı!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish