Dünyanın bugün karşı karşıya kaldığı büyük salgın benzeri felaketler ve afetler yaşandığında, sadece Arapların durumunu önemseyen, ırkçı ifadelerin yaygınlık kazandığına şahit oluyoruz.
Arapların kendi aralarındaki dayanışmasına vurgu yapılıyor, komplo teorileri havada uçuşuyor ve öteki halklara karşı nefret söylemlerine başvuruluyor.
Oysa bu müşterek insani felaket karşısında, tüm insanlarla sempati kurulması ve dünyanın geri kalan bölgelerinde yaşayan insanların önemsenmesi gerekir.
Bu izolasyon taraftarı, illetli söylemlerin maalesef tüm dünyada yaygınlık kazandığını görüyoruz. Araplara dönecek olursak, Arap Birliği hiç olmamıştır ki, tekrar canlandırılmasını talep edelim.
Arapları bir arada tutması öngörülen kavramların içi, yetmiş yıl zarfında boşaltılmış değil midir?
Arap milliyetçileri tüm bu süre zarfında, ‘Arap Birliği’ne vurgu yapmış ancak, bu birlikteliğin nasıl olacağına, hangi müşterek zeminde buluşacağımıza ve ne gibi maniler olduğuna kafa yormamıştır.
Üstelik bu Arabistlerin yönetime geldiğinde Arap düşüncesinin ilerlemesine nasıl ket vurduğuna da şahit olduk.
Araplar içinde azımsanamayacak sayıda insan, kavram kargaşası yaşıyor ve duygusal, devrimci, dogmatik söylemlere meylediyor.
Gerçekleri duymamayı tercih ediyorlar, hurafelerle ve romantik sözlerle ‘uyuşmak’ istiyorlar.
İngiltere ve Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap ülkelerini Sykes-Picot antlaşmasıyla bölük pörçük hale getirdiği bir gerçektir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından müttefik devletler Arap coğrafyasını işgal etmiş, ardından bağımsızlık süreci ve İkinci Dünya Savaşı günleri yaşanmıştır.
Sovyetler Birliği’nin batı karşıtı ekseni oluşturması, Arapları ikiye bölmüştür. Ardından tek kutuplu dünya düzeni ve Amerikan egemenliği süreci başlamıştır.
Arapların, günümüzde, dini aşırılık, mezhepsel çatışma, otoriter rejimler ve ırksal ayrımcılıktan mustarip olduğu bilinmektedir.
Ayrıca Arap diline, Arap ve İslam medeniyetine abartılı bir yaklaşımları da söz konusudur.
Geçmişte oldukça aydınlık olan bu medeniyete yaklaşımları, kendilerine mübalağalı bir değer atfetmelerine ve kendilerini yanlış değerlendirmelerine neden oluyor.
Bunun kanıtı da, zayıflıkla suçlandıklarında bu durumu dış müdahalelere bağlamalarıdır.
Arap zihninin düşünme metodolojisi, ancak gerçek önünde somutlaştırıldığında ve gerçekle yüzleştiğinde değişebilir.
Bir şeyin olumsuz addedilmesi o şeyin olumsuz olduğu anlamına gelmez, hakikatin ölçütü bizzat kendisidir.
Doğru düşünebilmek ancak aydınlanma ile mümkün olabilir. Eşyanın hakikatini inkar etmek, akıl melekesinde bir bozukluk olduğunu gösterir.
Görece olanın mutlak kabul edilmesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Kamuoyunda kulaktan dolma bilgiyle oluşan yaygın kanaat ile tecrübeye ve mantığa dayalı bilimsel gerçekler arasında elbette niteliksel farklar vardır.
Bazıları, Arap geleneksel mirasının başka kültürlerle etkileşimi kaldırmayacağını savunabilir, bu görüşe ister katılır ister katılmayız.
Bazıları da sorunun gelenekte değil, geleneği çarpıtarak uygulayanlarda olduğunu ileri sürebilir.
Bugün saldırı değil, savunma pozisyonunda olduğumuz açıktır. Araplar başarısızlıklarının sonuçlarıyla yüzleşmek zorundadır.
Dış güçlerin ikincil etkilerini inkar ediyor değiliz, ancak ideolojik kısırlığımız bu geri kalmışlığımızın ana müsebbibidir.
Arap halkları, çekiciliklerine rağmen artık hiçbir ideolojiye bağlanma konusunda hevesli değildir.
Milliyetçilerin, Baasçıların, Sosyalistlerin ve İslamcıların, ideolojileri iktidar koltuğuna erişmek için birer araç olarak kullandıkları Arap toplumları tarafından anlaşılmıştır.
Bu yönleriyle faşist yönetimlerden pek de farklı olmadıkları açığa çıkmıştır.
Birtakım entelektüeller uzun zamandır Araplar ve Batı arasındaki tarihsel mesafenin nasıl giderileceği üzerinde kafa yormaktadır.
Avrupa Rönesans’ının ‘Ortaçağ zihniyetine’ başkaldırarak aydınlanmayı yaşadığına dikkat çekmektedirler.
Batı ve Arap dünyasındaki ‘uçurumun’ kapatılabilmesi için, entelektüel aydınlanma, teknik gelişim ve dini söylemin yenilenmesini içeren bir ‘yol haritasının’ belirlenmesinin gerekliliği üzerinde durmaktadırlar.
Bazıları ise öncelikli olarak ‘Arap zihniyetini’ eleştirerek, kültürel altyapısının bu geri kalmaya neden olduğunu ileri sürmektedir.
Şüphesiz Avrupa medeniyeti yoktan var olmuş değildir. İngiliz, Fransız, Alman bilim insanları, filozoflar ve düşünürlerin yoğun çabalarıyla, ‘bilimsel bir piramit’ inşası mümkün olabilmiş, 18'nci yüzyılda eleştirel düşüncenin yaygınlık kazanmasıyla, demokrasi, özgürlük ve eşitlik üzerine kurulu bir toplum düşüncesi gelişebilmiştir.
Kilisenin nüfuzu kırılmış ve akla dayalı bir sistem kurulmuştur. John Locke ve Jean-Jacques Rousseau’nun sosyoloji alanındaki çığır açıcı düşünceleri, Voltaire’nin eleştirel yaklaşımı, Montesquieo'nun otoriter rejim karşıtı fikirleri bu sistemin oluşabilmesine katkı sağlamıştır.
Çatışma söylemi kabul edilemez, zihniyetimizdeki sorunları, diyaloga dayanarak, çoğulculuğu ve farklılığı kabullenerek çözebiliriz.
Arapların, akıl ve bilime saygı duyan, ‘entelektüel bir projeye’ gereksinim duydukları açıktır.
İnanç ve alışkanlıklarımızla, yersiz ideolojiler arasındaki bağlantıyı çözmemiz gerekir.
Medeni kimliğimizin diğer medeniyetlerle çatışmasını sonlandırmalıyız. Böylelikle dünya sahnesinde kendimize bir yer bulabiliriz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız
© The Independentturkish