Gazanfer Ruknabadi, 1990’ların sonlarında İran’ın üst düzey istihbarat görevlisiydi. Onunla birçok kez görüştüm. İran’ın Lübnan’da Hizbullah’a verdiği destek konusunda her zaman açık sözlü davrandı. Ayrıca Doğu Beyrut’ta bir Hristiyan üniversitesindeki öğrencilere yaptığı konuşmada, ülkesinin Suriye’yi neden desteklediğini de izah etti. Çok da ikna edici olmadı: Suriye devriminin yoksulluk ve zulüm konusunda hiçbir şey yapmadığı yönündeki iddiası, insanları inanmaya zorlayan bir ısrardan öteye geçemedi. 2010’da Beyrut’a büyükelçi -şüphesiz daha yüksek bir istihbarat yetkisi- olarak döndü ve daha sonra da -eğer bir kaçık varsa o da ta kendisi olan- dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’a Lübnan’ın güneyine yaptığı seyahat sırasında eşlik etti.
Ancak Kasım 2013'te iki suikast bombacısının Beyrut’taki İran Büyükelçiliği’ne düzenlediği saldırıda 23 çalışan öldü. Caddeleri sarsan büyük patlamada, Hizbullah muhafızları ve siviller yüksek katlı binaların balkonlarından aşağı düştü. Adını Suudi Arabistan’da eski bir akademisyenden alan ve ileride El Kaide’nin kurulmasında rol oynayacak olan “Abdullah Azzam Tugayları” saldırıyı üstlenirken, hedeflerinin tüm büyükelçilik yerleşkesini ortadan kaldırmak olduğunu açıkladı.
İranlılar, saldırının arkasında Suudilerin olduğuna inandı. Suudiler ise her zaman olduğu gibi bunu inkar etti. Bombacılar asla kapılardan geçemedi ve hedeflerindeki Büyükelçi Gazanfer Ruknabadi hayatta kaldı. En azından yaklaşık iki yıl kadar...
Eylül 2015'e gelindiğinde ülkesinin en üst düzey diplomatlarından biri (ve elbette hala bir istihbarat görevlisi) olan Ruknabadi, Hac vazifesini yerine getirmek üzere Suudi Arabistan’a gittiğinde Mekke’de 2 bin 300 kişinin ölümüne yol açan izdihamda hayatını kaybetti. İzdihamda ölen 464 İranlının arasında Ruknabadi dışında birkaç yetkili daha vardı.
İranlılar yaşananların gerçekten bir trajedi mi yoksa daha kötü niyetli bir şey mi olduğunu sorgularken, Suudiler ise bu işte bir suiistimal olduğunu yalanladı. Gel gör ki eski büyükelçiye yakın İranlılar ve arkadaş çevresi, Ruknabadi’den geriye kalan parçaları gömmek için başvurdukları Suudi Arabistan’dan aylarca yanıt alamayınca çileden çıktı. Ruknabadi’yi tanıyan biri, ceset Tahran’a gönderildikten sonra öfkeyle beni arayarak şunları söyledi: “Geri gönderildiğinde içinde ne var ne yoksa çıkarılmış haldeydi. Kalbi, midesi, her şeyi gitmişti.”
Burada bir terslik mi var? Yani, Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürülen Cemal Kaşıkçı’ya ait “kalıntılar”ın ortaya çıkmamasından sonra şimdi bu soruyu sormak zorundayız. Suudi devletini yönetenlerle başı derde girenlere mutlaka sahip çıkılmalı. Gazanfer Ruknabadi’nin cesedine ne oldu? BM’nin gömülmemiş cesetler konusundaki özel danışmanı, Kaşıkçı’dan öncekilere ait kalıntılardan haberdar mı? Bu oldukça tedirgin edici bir soru.
Aynı zamanda da çok ürkütücü bir soru. İran ile Suudi Arabistan arasındaki savaş, Yemen’de şimdiden binlerce masum insanın Amerikan ve İngiliz personelin yardımıyla öldürüldüğü, Suriye’de ise Afgan ve Iraklı milislerin katledilmesinin sürdüğü korkutucu, zararlı ve gerçekten endişe verici bir çatışma. Halep’in kuzeybatısında savaş alanlarındaki Iraklı Şii silahlı grupları, Afgan grupların Şam’ın en büyük camisine götürülüşünü ve Suriye hükümet güçleri için ülkenin kuzeyinde savaştıktan sonra Şam üzerinden Tahran’daki evlerine dönen yaralı Afgan savaşçıların halini bizzat kendi gözlerimle gördüm.
Tahran’da duvarı boylu boyunca kaplayan bir posterde Bosna Savaşı’nda Şii İslam adına ölen “şehitler” övülüyordu. Bu işler Şii topraklarında oldukça ciddiye alınır. 1918-1919 yıllarını gören yüzyılımızda 1980-1986 dönemi, tüyler ürpertici hatıralara sahip. Bu korkutucu savaşta, yakınlarını kaybedenler her yıl İran’a egemenliğini kazandıran destansı çarpışmanın anıtlarını ziyaret ediyor.
İran’ı anladıklarını iddia edenler -mesela Trump’ın Venezuela’ya bakan yeni adamı Elliot Abrams- bu 6 yıllık savaş hakkında bir şeyler okumalı ve ne anlama geldiğini, İran için hala ne anlam ifade ettiğini öğrenmeye çalışmalı. Sonradan gelenler tarafından yozlaştırılmış ve saptırılmış olmasına rağmen devrimi sürdürme ve İslam’a olan inançlarını canlı tutma uğruna bir milyon İranlı öldü. Bu hafta İran’ın başkentinde sokağa çıkan protestocular, gösteriler için şehir merkezine giremedi: Bunların çoğu, tüm savaşları sona erdirmek adına yapılan bir savaşta sevdiklerini kaybetmiş insanlar. Petrol mü? Biz petrol tahrikçilerinin ABD’nin New Jersey kentinden geldiğini unutmayı tercih ederken evet onlar bunu akıllarından çıkarmıyor.
Öyleyse Sünniler (Suudi Arabistan diye okuyun) ile Şiiler (İran diye okuyun) arasındaki devasa, destansı savaş, İsrail ile İran arasındaki salt bir atışmadan çok daha fazlası. İran’ın Tel Aviv’e saldırması halinde “(İranlıların) devrimin son yıldönümünü kutlayacağını” söyleyen Netanyahu’nun saçmalıklarını dinlemek içler acısı. ABD İran’a saldırırsa İran’ın İsrail’in tüm şehirlerini yıkıp yok edebileceğini iddia eden bir Devrim Muhafızı komutanını dinlemek de aynı derecede öyle. Aslına bakarsanız tüm şehirler 1980-1986 yıllarındaki savaşta yok edildi. Kimsenin bize tüm bunların bir kez daha yaşanabileceğini söylemesine ihtiyacımız yok.
Ancak bu meselelerin Suudiler ve İranlılar tarafından kullanılabildiğini -ve bir kez daha kullanılabileceğini- aklımızda tutmamız gerekiyor. Rastlantı bu ya, Şii-Sünni “hizipleşmesi” -kendisi bu tabiri istemezdi muhtemelen- konusunda bir uzman geçen hafta Dublin’de İslam medeniyetinin Batı’da “yanlış anlaşılması” hakkında bir konuşma yaptı. İslami sanat ve mimari konusunda Texas’ta öğretmenlik yapan Stephanie Mulder, üzerinde çalışırken hem Sünniler hem de Şiiler tarafından kutsal sayıldığını öğrendiği Suriye’deki Ortaçağ dönemi türbeleriyle ilgili kitabının alt başlığında “birlikte yaşamanın mimarisi” ifadesini kullandı. Bu, elbette Suudi yanlısı Netanyahu ya da İsrail’den nefret eden Devrim Muhafızları’nın okuyacağı türden bir kitap değil.
Zira Sünniler ile Şiiler arasındaki, “modernist” Muhammed bin Selman (MBS) tarafından yönetilen (en azından “MBS” gerçek “modernist” Kaşıkçı’nın kafasını uçurana kadar) Batı yanlısı Sünniler ile (devrimden sonra kadınların araba sürmesine onlarca yıldır izin veren) İranlı mollalar arasındaki muazzam “hizipleşme”ye inanmamız bekleniyor. İslam halkını özgürleştirmek istediği için Elliot Abrams’ın İran devrimini anladığına inanmamız bekleniyor. Kendisi Venezuela devrimini anladığından da emin.
Gerçek şu ki Ortadoğu’nun Şiileri ile Sünniler arasında devam eden ve Batı tarafından da cesaretlendirilen korkunç bir savaş yaşanıyor. En son örneği belki, Mekke’de 1979’da yaşanan ve Fransız jandarmaların içeri girip isyancıları öldürmeden önce kısa süreliğine “Müslümanlaştırıldığı” Mescid-i Haram kuşatmasıyla başladı, belki de Suudi faillerinin usul usul unutulduğu 11 Eylül’le. Yine de gözümüzü bu savaşı doğuran menfaatlerin üzerinden ayırmayalım ve bu konu hakkında daha fazlasını öğrenelim.
https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Elvide Demirkol
© The Independent