Arap birliğini sağlamak, Filistin’i kurtarmak, Sovyetler Birliği modelini –şu veya bu şekilde- simüle eden bir sosyalizm inşa etmek.
Bu üç başlık veya slogan 50'li yılların ortasından 70'li yılların başına kadar Arap siyaset ve düşünce sahasına egemen oldu.
70'li yılların sonlarında ise birkaç yıl boyunca İslam Cumhuriyeti olarak bilinen Humeyni formülü ön plana çıktı.
Birlik, Filistin ve sosyalizm, Cemal Abdunnasır’ın liderlik ettiği milliyetçilik davasının çekirdeğiydi.
Humeyni cumhuriyeti, Ayetullah Humeyni’den ilham alan radikal İslamcıların kıblesiydi.
Günümüzde çok az kişi bu başlık veya sloganları kullanıyor ya da ciddiye alıyor.
Kimi zaman öfke, acı ve hayal kırıklığı hislerinin ağırlığı altında bunlardan biri hatırlanabiliyor; ama çok geçmeden bu hislerden kurtulup ciddiyete geri dönüldüğünde tekrar tedavülden çekiliyor.
Yine kimi zaman eskiye özlem şeklinde ortaya çıkabiliyor; ama diğer tüm özlemler gibi hemen katlanıp bir kenara koyulup unutuluyor.
Çünkü bu dört proje de gerek kendi imajında gerekse çevresindeki dünyanın bu imajı kabullenmesinde olsun birçok kez yenildi. Barışta ve savaşta yenildi. Ekonomi, siyaset, kültür ve sosyal alanda yenildi.
Arap birliği sloganı ilk yenilgisini 1961 yılında Suriye’nin Mısır ile birlikte kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılması ile aldı.
Sonrasında birliğin en büyük sembollerinden Abdunnasır’ın 1970 yılındaki ölümü geldi.
Buna bir de birlik partisinin yani Baas Partisi’nin iktidara geldiği iki ülkeyi (Suriye, Irak) birleştirmekte başarısız olması da eklendi. Hatta bu iki ülke arasındaki düşmanlık birbirleri ile savaşma derecesine vardı.
Daha sonra Saddam Hüseyin 1990 yılında Kuveyt’i işgal ettiğinde artık bir hayale dönüşmüşse de hala varlığını koruyan birlik düşüncesini tamamen ortadan kaldırdı.
Bu sırada, Arap dünyasındaki iç savaşlara ve küçük kimliklerin patlak vermesine (dini gruplar, etnisiteler…) paralel olarak mevcut ülkelerin ulusal birliklerini korumak bile zorlaştı.
Bu durumda “Okyanus’tan Körfez’e kadar” bir Arap birliği tesis etmek nasıl düşünülebilirdi ki?
Filistin’i kurtarma sloganı, 1967 sınırları içinde bir Filistin devleti kurulması stratejisine geçiş ile çatlamaya başladı.
Bu stratejiye geçmeden önce Nasırcıların ünlü İsrail “saldırganlığının etkilerini silmek” ile yetinme çağrısı gelmişti.
Ürdün ve Lübnan’da 1970 ve 1975 yıllarındaki iki iç savaş, ilke ve olasılık olarak Filistin’in kurtuluşu sloganındaki çatlağı derinleştirdi.
Sedat Mısırı’nın Arap-İsrail çatışmasından ayrılması bu çatışmayı en önemli araçlarından birinden mahrum etti.
Hafız Esed’in Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı verdiği savaş, kurtuluş sloganının nihai olarak rejimlerin elindeki bir oyuncağa dönüştüğünü teyit etti.
1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşması, elde edebilecek nihai sınırı çizdi. Sonrasında yaşanan gelişmeler, nasıl gerçekten de nihai sınır olduğunu gösterdi.
Bundan 20 yıl önce de Arap rejimleri 1973 savaşında mütevazı nihai sınırlarını açıklamışlardı.
Sovyetler Birliği sosyalizmi, bizzat kendi ülkesinde yıkıldı. Orta ve doğu Avrupa’da yaklaşık on ülke kendisine karşı ayaklandı ve çökmesini sağladı.
Öte yandan Arap taklitçilerinin sınırlı başarıları, onlara Sovyetler Birliği’ni örnek almaları için yeterli gerekçe sunmadı.
Bu mirastan geriye sadece ses getirici yenilgilerin eşlik ettiği askeri diktatörlükler kaldı. Dünya ise bu sırada, kapitalist sisteminin üstünlüğünü kabullenmeyi ve şu soruyu tartışıyordu:
Liberalizmini bir miktar sosyal demokrasi ile harmanlayan insani kapitalizm mi yoksa insan, yapısı ve beden sağlığı aleyhine de olsa sadece kazançla ilgilenen bir neoliberalizm ve vahşi kapitalizm mi?
İran İslam Cumhuriyeti’ne gelince, gerçek yüzü diğer projelerden daha hızlı ortaya çıktı.
Irak-İran savaşı ile yükselen Humeyniciliğin amacının vaat ettiği gibi mezheplerin ötesine geçen bir İslam birliği inşa etmek olmadığı görüldü.
Aynı şekilde Batı’nın kapitalizmi ve Doğu’nun komünistliğinden daha başarılı bir alternatif model olmayacağı da açığa çıktı.
Bölgenin tarihindeki konumu, sözde devrimci süreç tarihi değil mezhepçi çatışma tarihi başlığı altında yer aldı. Nitekim bugün Arap haritasında yaşanan birçok gelişme de bunu kanıtlamaktadır.
Sonuç olarak, bu dört başlık veya slogan çok kan, çaba ve paraya mal olduktan sonra pratik olarak öldü.
Ancak psikoloji, ölümün ancak ölünün yasının tutulması ile tamamlanacağını belirtir.
Çünkü yas, ölüm gerçeğini pekiştirir diğer yandan da üzüntülerinden kurtulmuş yeni bir hayatın kapısını aralar. Yas tek başına, ölümden sonrası için gerekli bir geçittir.
Bizde ölüm tamamlanmıyor; çünkü yas tutmuyoruz. Diğer bir deyişle, bizler zorunlu olarak dillendirdiğimiz geçici bir ağıt ile yetiniyoruz.
Dilimizin ucu ile: “Evet, bu projeler bitti” demek bizi tatmin ediyor.
Buna karşılık ölen projeleri incelemiyoruz, tartışmıyoruz, ölüm nedenlerini ancak komplo ve benzeri klişelere dayanarak araştırıyoruz.
Bu nedenle, onları gömüp yaslarını tutmadıkça ölülerimizin bize başka isimlerle geri dönmesi mümkün.
Bir kabus ya da bir karikatür gibi ama mutlaka geri dönerler. Bize ulaşmak için kat etmeleri gereken mesafe ise çok uzun değil.
Onlar bu geri dönüşleriyle bizlere istesek de istemesek de cesetler arasında bir yaşamı dayatacaklar.
Bu, ölümden ayrılmadığımızın ve onu uzun süre bırakmayacağımızın göstergesidir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish