ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela'ya karşı bir savaş başlatmak üzere mi? Başkanın ve destekçilerinin son dönemdeki açıklamalarına bakılırsa, böyle bir olasılık için zemin hazırladıkları anlaşılıyor. Zira, Trump pazar günü Amerikan CBS televizyonuna verdiği röportajda kriz içindeki Venezuela’ya ABD askerlerini göndermenin “bir seçenek” olduğunu söyleyerek, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro'nun görüşme talebini reddettiğini doğruladı.
Trump, onun Beyaz Saray'daki yakın destekçileri ve şimdi de Avrupalı liderler, Maduro’nun 10 Ocak’ta devlet başkanı olarak ikinci dönemine başlamasına rağmen, ekonomik çöküş ve Maduro’nun gittikçe artan otoriter eğilimlerinin sonucunda son dört yılda yaklaşık 3 milyon kişinin kaçtığı ülkeyi sarsan ağır krizi bahane göstererek Juan Guaido'yu Venezuela'nın geçici devlet başkanı olarak tanıdılar.
ABD ülkeye doğrudan müdahale etmeyip, bölgede Trump’ın kuklaları olan Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro ve Kolombiya Devlet Başkanı Iván Duque Márquez’in eliyle bir vekalet savaşı başlatabilir. Zira her iki lider de Maduro hükümetini yıkmak istediklerini açıkça belirtti.
Krize doğrudan dahil olan tüm tarafların - Venezuela, Brezilya, Kolombiya ve elbette ABD - büyük sivil kayıplarına ve altyapı hasarına neden olabilecek güçlü orduları olduğu göz önüne alındığında, bölgede olası bir savaşın insani bir felakete yol açabilir.
Çatışmaya doğru kayan bu gidişatı Trump’ın “moron takımı” tarafından desteklenen dünya siyasetine dair bihaber yaklaşımının bir başka örneği olarak yorumlamak cazip geliyor. Ancak bu gibi yorumlar, ABD'nin iki asırdır devam eden Latin Amerika'yı şekillendirerek arka bahçesi haline getirme projesini göz ardı ediyor.
Trump, 2016 seçim kampanyasında müdahale karşıtı söylemler kullanmış olsa da, ABD’yi uluslararası anlamda yeniden konumlandırma temeline dayanan “Önce Amerika” gündemi, doğal olarak küresel jeopolitiği yeniden şekillendirmeyi gerektiriyor.
Trump'ın “moronlar” tarafından yönlendirilmesinin yanı sıra, en yakın müttefikleri olan Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John R. Bolton da Monroe Doktrini'nin ilkeleriyle hareket ediyor. Eski ABD başkanlarından James Monroe tarafından 1823 yılında çıkarılan söz konusu doktrine göre, ABD Latin Amerika’daki komşularının yeni kurulan egemenliklerini güvence altına alacaktı. Ancak esas hedef, bölgeyi ABD’nin ekonomik arka bahçesi olarak şekillendirmekti.
Kredilerle birlikte gerçek veya tehdit altındaki güç olan gambot ve dolar diplomasisini birlikte yürüten ABD, bölgede tarımsal ürün ve maden ihracatı yapan yönetici sınıfların ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Bunlar, ABD'nin sanayileşen kuzey bölgelerine yoksul işçi sınıfları tarafından üretilen ucuz hammadde tedarik ederek mamul mallar için pazar sağladı.
Monroe Doktrini’nin ilkeleri diktatörlüklere ve isyan karşıtı hareketlere ABD’nin desteğini sağladı. Öyle ki, 1970'lerde ve 1980'lerin başında Arjantin’de cuntanın (otuz bin kişinin ölümüyle sonuçlanan) kirli savaşını desteklemekten, 1980'lerde El Salvador'a (yetmiş beş kişinin ölümüyle sonuçlanan) doğrudan müdahaleye kadar, ABD müdahalesinin komünizm tehdidine karşı ve Latin Amerika’nın egemenliğinin korunmasında temel gereklilik olduğu ifade edildi.
1991’de komünist Rusya’nın dağılmasının ardından serbest piyasaya ve ihracata dayalı rejimlerin kıtada ortaya çıkmasıyla, Latin Amerika kesin olarak ABD’nin etkisi altında gibi görünüyordu. Ancak 2000'li yılların başından itibaren, bölgedeki ABD otoritesi defalarca sarsıldı. Zira, rejimler birbiri ardına sol siyasete kayarak sosyal demokratik ve hatta sosyalist ilkeleri benimsedi.
Bu hareket hiçbir yerde Hugo Chavez yönetimi altındaki Venezuela’da olduğundan daha güçlü değildi. Zira Chavez’in sosyalist gündemi -- yoksullukla mücadeleye ve kitlesel demokratik katılım yoluyla okuryazarlığı arttırmaya adanmış Misiones adı verilen sosyal program aracılığıyla - petrol gelirlerini sosyal ekonomiye aktarmaya dayanıyordu. Program kapsamında asgari ücret artırılarak, toprak kırsaldaki yoksullara yeniden dağıtıldı.
Başlangıçta, ülke tarihindeki herhangi bir sosyal programdan daha başarılı olan bu strateji, azalan gelirlerin sonucunda aşağı yönlü bir kısır döngü haline geldi.
Chavez’in petrolle finanse ettiği sosyalizm bir çelişki ile karşılaştı. Zira, petrole dayanmayan servet için bir stratejisi olmayan bu yapı, yüksek küresel petrol fiyatları üzerine inşa edildi. 1990'ların sonunda Venezuela’nın dış gelirinin yüzde 67’si petrolden oluşurken, 2017’de bu rakam yüzde 95’e ulaştı. Ancak 2014 yılında petrol fiyatlarının sert düşüş göstermesiyle, söz konusu strateji ağır bir darbe aldı.
Petrol gelirlerinin sosyal programlar yoluyla kanalize edilmesi başlangıçta yüz binlerce insanı Chavez'i desteklemeye itmiş olsa da, Misiones programının devlet fonlarına bağımlılığı, bu potansiyel sosyal dönüşüm merkezlerini gitgide devlet desteği için rekabet eden birimlere dönüştürdü. Bu destek kesildiğinde, yalnızca kitlelerin sosyal koşullarını iyileştirme hedefi değil, aynı zamanda buna yönelik halk desteği de zayıfladı.
Chavez’in halefi Maduro petrol fiyatlarında bir artış olmadığı ve dolayısıyla gittikçe zayıflayan bir ekonomi ve yükselen bir sosyal kriz döneminde başkanlığa geldi. Tabandan gelen kitlesel demokratik bir karşı hareketle karşılaşmayan Maduro devlet bürokrasisinin ve ordunun araçlarını satın almak ve kontrolünü sürdürmek üzere gittikçe artan otoriter araçları kullanmak için azalan petrol gelirlerini kullandı.
Trump yönetimi tarafından desteklenen Guaido'nun Venezuela'nın geçici cumhurbaşkanı olduğunu ilan etme girişimleri, ülkede gittikçe çaresizliği artan kitlelere umut vermiyor. Son iki yüzyıl boyunca ABD’nin Latin Amerika’ya müdahalesine yön veren şey kendi ulusal çıkarları oldu. Bu, ABD güdümlü düşük ücretli ihracat ekonomilerinin gelirlerinden pay almak isteyen yerel elitlerle işbirliği içinde gerçekleşti.
ABD’nin ezici gücüne rağmen, Monroe Doktrini'nin yumuşak karnı her zaman Latin Amerikalı kitlelerinin zararına olan “Önce Amerika” zihniyeti olmuştur. Guaido'yu devlet başkanı yapma girişimi başarılı olsa da olmasa da, Venezuela'yı sarsan sosyal krizi çözemeyecektir. Krizin çözülmesi, yalnızca ülke içinden çıkacak ve halkın ihtiyaçlarını ön planda tutabilecek sosyal ve siyasi bir güçle mümkün olacaktır.
*Benjamin Selwyn, Sussex Üniversitesi'nde Uluslararası Gelişim Profesörü ve “The Struggle for Development” (Kalkınma Mücadelesi) adlı kitabın yazarıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Ayşe Yıldız
© The Independent