İtalya’nın başkenti Roma’da 3-4 Şubat 2020 tarihlerinde “Ulusal Muhafazakârlık” (National Convervatism) adıyla Avrupa sağından farklı şahsiyetleri bir araya getiren bir toplantı düzenlendi.
Toplantıya Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın yanı sıra, İtalya’dan son dönemlerde anketlerde yüzde 12 bandına ulaşan “İtalyan Kardeşliği” lideri Giorgia Meloni ve Fransa’dan milliyetçiliğin tarihsel lideri Jean-Marie Le Pen’in torunu ve “Ulusal Birlik” lideri Marine Le Pen’in yeğeni olan Marion Maréchal Le Pen gibi önemli simalar katıldı.
“Tanrı, Onur, Vatan” sloganı altında gerçekleşen buluşmaya İtalya eski İçişleri Bakanı ve “Kuzey Ligi” lideri Matteo Salvini ise son anda aldığı kararla iştirak etmekten vazgeçti.
Salvini’nin toplantıda hazır bulunan kimi Avrupa Halk Partisi üyeleriyle yan yana gelmemek adına vazgeçtiği ifade edilse de bu kararın alınmasında Marine Le Pen’in etkisi olduğu konuşuluyor.
Bilindiği üzere, Marine Le Pen ile yeğeni Marion Maréchal Le Pen arasında bir süredir soğuk rüzgarlar esiyor.
Dahası, 31 yaşındaki yeğen Le Pen’in 2022 yılındaki Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini müteakip teyzesine parti içinde bayrak açacağı ve liderlik koltuğu için mücadeleye girişeceği kulislerde sıklıkla tartışılıyor.
Ulusal-muhafazakarlık ve Herzl Enstitüsü: İsrail’in Avrupa’da ne işi var?
“Assolistlere” mukabil zirvede Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) Ronald Reagan’ın eski başdanışmanları ile metin yazarları, Polonya’dan diplomatik kadrolar ve gazeteciler, Belçika’dan akademisyenler, İsveç’ten “İsveç Demokratları” yöneticileri ve İngiltere’den entelektüeller de vardı.
İngiliz Muhafazakar Parti üyesi Daniel Kawczynski’nin oturumların birinde boy göstermesi ise ülkesinde ve partisinde çeşitli görüş ayrılıklarına yol açtı.
APPG (All Party Parliamentary Group Against Antisemitism – “Antisemitizme karşı Bütün Partiler Grubu”) Başkanı Andrew Percy, Kawczynski’ye toplantıya gitmemesi için bir mektup yazdığını, ortaya çıkan durumun “baştan sona uygunsuz” olduğunu ve parti içinde ayrıca soruşturulması gerektiğini belirtti.
Daniel Kawczynski ise daha önce İngiltere merkezli “The Spectator” adlı haftalık dergide (derginin baş editörlerinden Douglas Murray de Roma’daydı) kaleme aldığı makalede kendisinin Polonya doğumlu bir İngiliz vekil olduğunu, ailesinin komünist döneme acıyla tanıklık ettiğini, günümüzde ulus-devletlerin belirleyiciliğinin had safhada olduğunu, Avrupa Birliği’ne (AB) karşı ses yükselten muhitlerin ortaklaşa çalışmalar yürütmesi gerektiğini ve bu anlamda İtalya’ya gideceğini duyurmuştu.
Şahsen APPG Başkanı’nın çıkışını temelsiz bulduğumu söylemeliyim. Zira “Ulusal Muhafazakarlık” toplantısının organizatörleri (ve sponsorları) arasında The Edmund Burke Foundation, International Reagan Thatcher Society, The BOW Group, Danube Institute gibi kuruluşlarının yanında çok ilginç başka bir STK da var ki, o da Kudüs merkezli The Herzl Institute yani Herzl Enstitüsü.
Başkanlığını Yoram Hazony’nin yaptığı Herzl Enstitüsü’nün öncülü 1994 yılında kurulan Shalem Center adlı bir araştırma merkeziydi.
Shalem Center’ı kurması için Hazony’yi bizzat teşvik eden ve destekleyen ise bugün İsrail Başbakanı görevini sürdüren Benjamin Netanyahu’dan başkası değildi.
Öyle ki, Anshel Pleffer “Bibi: The Turbulent Life and Times of Benjamin Netanyahu” adlı kitabında Shalem Center’ın Netanyahu’nın ABD’deki bağışçı dostları tarafından finanse edildiğini yazmıştır.
Sahi, Şahin görüşlü bir Siyonist olan Yoram Hazony Avrupa’da muhafazakar “Rönesansı” ilgilendiren bir çalışma ortamında ne gibi bir işlevi olabilir?
Dahası, İngiliz APPG Başkanı, Hazony kıvamında birinin sahne aldığı böylesi bir toplantıya Kawczynski gibi bir figürün katılımına niçin itiraz eder?
Başka bir deyişle, buradan “antisemit” bir propaganda çıkmayacağını bilmiyor olabilir mi gerçekten? Hiç sanmam.
Dört parçalı Avrupa sağı: Kim nerede duruyor?
Halihazırda Avrupa’da sağ dört ayrı parçaya bölünmüş durumdadır.
Söz konusu karenin bir köşesinde klasik Avrupa sağı yani liberaller, ılımlı muhafazakarlar ve demokratlar bulunuyor.
Bu grubun “fikir babaları” 1945 yılı sonrasında AB’nin kuruluşunda önemli roller oynayan Konrad Adenauer ve Robert Schuman gibi şahsiyetlerden müteşekkildir.
Avrupa Parlamentosu (AP) bünyesinde Avrupa Halk Partisi içinde kümelenirler.
Bir köşede Avrupa milliyetçiliği var. Bu kesim AB projesine kökten karşı. Entelektüel geçmişleri 19'ncu yüzyılın son demlerine değin uzanıyor.
AP bünyesinde Non-Inscrits (NI – “Etiketsiz”) sayılıyorlar zira sayıları hiçbir zaman bir grup oluşturacak seviyeye ulaşamadı. Bu çevrede antisemitizm yapanlar kadar ırkçı antisemitizmi terk edip siyasî anti-Siyonist kampa dâhil olanlar da mevcuttur.
Diğer bir köşede ise sağ-popülizm yer alıyor ve burada başı çekenler Matteo Salvini, Marine Le Pen ve Geert Wilders gibi öncüler. Sağ-popülistlerin ilham kaynağı ise ABD Başkanı Trump’ın eski kampanya direktörü Steve Bannon’dur.
Bannon, 2016 yılından beri Avrupa’daki sağ-popülistleri tek bir çatı altında, belki bir “enternasyonal” da diyebiliriz, birleştirmek için büyük çabalar harcıyor.
Örneğin bugün AP’de faaliyet gösteren Identity & Democracy (“Kimlik ve Demokrasi”) grubunun inşası Bannon’un fikridir.
Steve Bannon Avrupa’da İslâm karşıtı söylemin kitleselleşmesinde lokomotif etkisi görmüş, ABD merkezli Hristiyan sağının (Evanjelist milliyetçiliğinin) genetik kodlarını Avrupa milliyetçiliğine ihraç etmek istemiş ve bunda başarı sağlamıştır.
Aynı Bannon’un 2017 yılında yaptığı bir konuşmada kendisini “gururlu bir Hristiyan Siyonist” şeklinde tanımlamış olmasını da ayrıca not etmekte fayda görüyorum.
Karenin son köşesinde ise “ulusal-muhafazakarlar” mevzileniyor. Ulusal-muhafazakarlığın Avrupa’daki itici gücü esasında Varşova-Budapeşte ekseninde ilerleyen ve “Visegrád Dörtlüsü” şeklinde de adlandırılan Macaristan-Polonya-Çekya-Slovakya devletlerinden mülhemdir.
Ne var ki söz konusu eksenin, Roma’da da görüldüğü üzere, Batı Avrupa’da da takipçileri ve destekçileri var.
Marion Maréchal Le Pen ve Giorgia Meloni gibi kadın siyasetçilerin özellikle mevzubahis hatta pozisyon aldıkları zaten bilinen bir gerçekti.
Sağ-popülistlere göre daha dindar-tutucu bir çizgiyi ete kemiğe büründüren bu grubun klâsik Avrupa sağına dair geliştirdikleri tenkitler ise çoğunlukla AB’nin politikaları (hatta varlığı) ile göçmen karşıtlığı üzerinden temellendiriliyor.
Burada Marion Maréchal’e bir parantez açmanın hayatî olduğu kanısındayım.
Marion Maréchal iktidara gelen ilk Le Pen mi olacak?
Yeğen Le Pen’in aslında büyükbabasının (Jean-Marie Le Pen) izinden gittiği, teyzesi Marine Le Pen’le de bu yüzden kavga ettiği iddiaları Fransız basınında çokça işlendi.
2017 yılında siyasete ara verdiğini açıklayan Marion Maréchal, zamanının önemli bir kısmını Lyon kentinde kurduğu Institut de Sciences Sociales, Economiques et Politiques (ISSEP – “Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Bilimler Enstitüsü”) adlı araştırma kuruluşunun aktivitelerine vakfediyor.
Marion Maréchal Le Pen ayrıca büyükbabasından ve teyzesinden farklı olarak “Fransız sağını birleştirmek” gayesi için çalışıyor.
2019 yılının Eylül ayında tertip edilen “Sağ Konvansiyon” şemsiyesi altında bir güç birliği arayışındaki muhtelif sağ fraksiyonların etkinliğine katılan Le Pen, burada yaptığı konuşmayla büyük alkış toplamıştı.
Bundan aylar önce Fransa bürokrasisinin üst kademelerinde sorumluluk sahibi olan bir kişi görüşme esnasında kendisine yönelttiğim “yakın gelecekte Fransa’da bir Le Pen iktidarı görür müyüz?” sorusuna aynen şu cevabı vermişti:
Baba Le Pen’le ilgili olmuş olsa, bu soruya cevap vermeye tenezzül dahi etmezdim doğrusu. Marine Le Pen şansını zorluyor ama bu yapıyla çok mümkün görünmüyor. Marion Maréchal için ise kesin bir şey söyleyemem, şimdilik akıllı davranıyor.
Peki, Marion Maréchal Le Pen’in Fransa’ya ve Fransa’nın geleceğine dair yaklaşımları nedir?
“Ulusal-muhafazakarlık” konseptinin genel hâlet-i ruhiyesine nispetle bazı ipuçları sunabileceğine inandığım için Le Pen’in 4 Şubat 2020 tarihindeki Roma nutkunun satır başlarını paylaşmak istiyorum:
Biz içinde bulunduğumuz çağın yeni hümanistleriyiz. Neden mi? Çünkü insan ruhunun ihtiyaçlarını biliyor ve savunuyoruz. Nedir onlar? Düzen, özgürlük, itaat, sorumluluk, hiyerarşi, onur ve güvenlik. Bu ihtiyaçlar bir insanın olmazsa olmazlarıdır.
Bu gelenek sosyal adanmışlığı sever ancak sosyalizmi de reddeder. Bu gelenek devlet müdahalesine taraftardır ancak merkeziyetçi değildir. Bu gelenek Katolikliğe bağlıdır ancak Vatikan’a karşı durabilir.
Fransa uzun yıllardır ‘Kilise’nin Büyük Kızı’ olarak değerlendirildi. Bugün ise ülkem Selefî anlayışın arka bahçesine dönüştürülmüş vaziyettedir
Fransa en büyük ulus-devletlerden sayılırdı. Bugün Avrupalı teknokratlar ile yargıçlar halk iradesini hiçe sayıyorlar.
Ben Fransa, İspanya, İtalya ve Portekiz arasında bir ‘Latin İttifakı’ kurulması hayalinin peşinden gidiyorum. Bu ittifak Visegrád ülkeleriyle kol kola yürüyebilir. Yine bu ittifak Büyük Britanya ve Rusya’yla beraber hareket edebilir.
Ekoloji bahsi her şeyden önce muhafazakârlığın bahsidir. Kusura bakma Greta! Doğanın savunusunu aşırı solculuğun ikiyüzlülüğüyle bizden çalamazsın.
Çiftçiler bizim doğayla köprümüzdür. Bir ‘şehirliler ulusu’ doğayı anlayamaz ve ona saygı gösteremez. Manzaralarımızı ve yemek geleneklerimizi muhafaza etmek istiyorsak bu sistemle devam edemeyiz.
Le Pen’in cümlelerinde bilhassa dikkati çeken iki bölüm vardır ki, bunlardan ilki Katolik inanç sistemi ile Vatikan’ı ayırması, ikincisi de Avrupa’da irili-ufaklı yeni kütleler tasavvur etmesidir.
Söz konusu tasavvur önemlidir zira bugün AB’nin devi konumundaki Almanya’yı bütünüyle tecrit etmektedir. Dahası, Le Pen açıkça Avrupa içinde Latin-Katolik özlü bir havza yaratmak istiyor.
Üstelik Katolik ulus ve milletlerin – en azından Avrupa özelinde – Vatikan’ın dinî yorum ve duruşlarına uymama ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerektiğinden söz ediyor.
Vatikan’a bu tip bir bakış yeni değil. Avrupa’da birçok kesim II. Vatikan Konsili kapsamında alınan kararları eleştiriyor ve bu sebepten dolayı zaten Papa’ya itaat etmiyor.
Ne var ki Le Pen’in dayandığı ana düşünsel omurga esasen Steve Bannon’un eğilimlerinde anlam kazanıyor.
Gerçekten de Bannon Nisan 2019 tarihinde Salvini’yle görüşmesinde eski İtalya İçişleri Bakanı’na Papa Francis’in baş düşman olduğunu, göçmenlerle ilgili yayınladığı görüşlere itibar edilmemesi ve onunla cepheden yüzleşmesi gerektiğini fısıldamıştı.
Hatırlanacağı üzere aynı Salvini geçtiğimiz aylarda bu defa Papa’nın bir kadının eline vurmasını tiye alarak sosyal medya hesabından ironik bir video yayınlamıştı.
Öte yandan Fransa gibi Avrupa’nın en katı karakterli laik rejiminde Le Pen’in Katolik dünya görüşünü övücü tarzda şekillendirdiği diskurun nasıl yankılanacağı da şimdiden merak konusu oldu.
Avrupa sağının paylaşımı: Steve Bannon, Yoram Hazony ve kaçınılmaz son
Anlaşılan odur ki, önümüzdeki süreçte Avrupa’daki milliyetçi hareketler sağ-popülizm vasıtasıyla, merkez-sağ ise daha ziyade ulusal-muhafazakârlıkla test edilecek.
Hâlihazırda sağ-popülizm zaten Avrupa’daki milliyetçiliği yutmuş ve öğütmüş gibidir. Bugün Almanya’da “Almanya İçin Alternatif”, Fransa’da “Ulusal Birlik”, İtalya’da “Kuzey Ligi” vb. partiler şimdiden İsrail’in ve beynelmilel Siyonist lobinin kumandasına girmiştir.
Bu partiler anti-Siyonizm’in dahi suç sayılması lazım geldiğini, İsrail’in uluslararası planda “dokunulmaz” olduğunu, İslâm düşmanlığı ortak paydasında bir Hristiyan-Yahudi ittifakı kurulması icap ettiğini açıktan haykırıyorlar.
Avrupa’da klâsik sağ (merkez) ise kendisinden daha dindar, daha cüretkâr ve daha “komplekssiz” bir formatla çarpışacak. İslamofobinin dizginlenemez bir biçimde arttığı şu konjonktürde böyle bir hareket, yani ulusal-muhafazakârlık, merkezin altını rahatlıkla oyabilir ve potansiyelinin üzerine konabilir.
Netice itibariyle ilerleyen günlerde Avrupa’da sağ haritanın bir tarafında “gururlu Siyonist” Steve Bannon hamiliğinde bir “aşırı-sağ” (sağ-popülizm), diğer tarafında ise Netanyahu’nun oyuncağı Hazony’nin kanatları altına giren bir “ılımlı” (!) sağ yani ulusal-muhafazakârlık olması kuvvetle muhtemeldir.
Norveç’te Anders Breivik ve Yeni Zelanda’da Brenton Tarrant’ın gerçekleştirdikleri katliamları eminim ki herkes dün gibi hatırlıyordur.
Yeni dönemde benzer bireysel inisiyatiflerin ve/veya irili-ufaklı İslâm-göçmen düşmanı neo-Haçlı örgütlenmelerin eylemlerinde ciddi tırmanışlar meydana gelebileceğinin altını çizmek elzemdir.
Bu yapılanmalar “legal” sahada koçbaşı işlevi görecek söz konusu akımların açacağı yolda daha kolayca ve daha sinsice yürüyebilecektir. Dahası, legalde savunulan söylemi paravan olarak kullanabilecek ve bu anlamda bir meşruiyet zemini dahi bina edebilecektir.
Amerikan sağını bilfiil Avrupa sağına uyarlamaya başladılar. Siyonizm eski düşmanlarını kavgaya tutuşarak değil, içeriden dönüştürerek teslim alıyor. Dahası, bunları İslâm’a karşı yürüttüğü küresel savaşta yanında müttefik diye alıyor ve kullanmayı tercih ediyor.
Malum kliğin meşhur “Tanrı’yı Kıyamet’e zorlama” planında şimdiye kadar Avrupa ayağı eksikti, maalesef tamamlanmasını istediklerini varsayıyorum.
Yoksa Avrupa’da sağ Tanrı’ya döneyim derken, Deccal’ın kucağına doğru mu koşacak?
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish