ABD Başkanı Trump’ın Yüzyılın Barış Planı (Peace to Prosperity) olarak İsrail Başbakanı Netahyahu ile birlikte açıkladığı taslak Filistin’in Sevr’idir.
Nasıl ki, Sevr Antlaşması işgal altında bir başkenti (İstanbul) bulunan ve üç denizden sadece Karadeniz’e Kastamonu-İnebolu üzerinden sınırlı bir çıkış vermekte ve askeri, ekonomik, idari ve adli kısıtlamalar altında kalacak küçücük bir Türkiye devleti bahşediyor (!) idiyse, Filistin için ortaya atılan barış planı da aşağı yukarı bir benzerini Filistin için öneriyor.
Plan’ın ortaya konulma şekli de Sevr sürecine benzetilebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri o zaman bizim üzerimize Batı’dan Yunan ordusunu sürerken Doğu’dan da Ermeni çeteleri geniş bir bölgeyi kontrolleri altına almışlar ve katliamlarla etnik temizlik yapmaktaydılar.
İstanbul başta olmak üzere pek çok bölgenin doğrudan İngiltere, Fransa ve İtalyan donanmaları tarafından işgali, Fransız kuvvetlerinin Urfa-Gaziantep-Maraş hattından Adana-Tarsus ve Mersin bölgelerine girmeleri ve İtalya’nın da Akdeniz sahiline el koyması Sevr belgesini hayata geçirmek için yapılmıştı.
Eğer Milli Mücadele Sakarya’da başarılı olamasaydı muhtemelen Sevr Antlaşması’ndan çok daha ağır şartlar dayatacaklardı.
Peki, Filistin barışı olarak ortaya atılan taslak metin Sevr kadar ağır şartlar içeriyor mu?
Bu soruya hemen ‘evet’ diye cevap vermek mümkün ve tıpkı Sevr sürecinde olduğu gibi burada da tehditler açık.
Eğer Filistin tarafı bu metni temel kabul eden bir anlaşmaya razı olmazsa ABD, İsrail’in söz konusu toprakları ilhak etmesini tanıyacak.
Bu, adeta bir ültimatom gibi. Ya bu anlaşma metnini mevcut şekliyle kabul edersiniz ya da size bundan daha ağır şartlar dayatacağız, haberiniz olsun…
Öte yandan ABD’nin Kudüs şehrini İsrail’in başkenti ve Suriye’ye ait Golan bölgesini de İsrail toprağı olarak tanıdığını dikkate alacak olursak, bu ültimatomla ifade edilen tehditlerin gayet ciddi olduğunu görürüz.
Haksız, adaletsiz, insafsız ve uluslararası hukuka aykırı
Kısacası bu, tümüyle haksız, adaletsiz, insafsız ve uluslararası hukuka aykırı bir plandır. Planı değişik tatlandırıcılarla (maddi yardım) sunmak bu gerçeği değiştirmez.
Genel hatlarıyla planı ele aldığımızda alandaki mevcut durumu nihai barış antlaşmasına dönüştürmek istediğini hemen görebiliyoruz.
Bir başka ifade ile İsrail’in bugüne kadar özellikle 1948 ve 1967 savaşlarıyla işgal ettiği bütün Filistin toprakları ile bilhassa Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından İsrail’e dalgalar halinde gelen Yahudi yerleşimcilerin el koyduğu bütün bölgeler İsrail’in egemenliği altında kalacak.
Son otuz yılda hız verilen bu yeni yerleşim bölgeleri yüzünden kurulacak bağımsız (!) Filistin devletinin toprakları arasındaki bağlantı ancak köprüler ve tünellerle sağlanabilecek.
Oysa Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle paralel bir şekilde geliştiren Oslo Barış Sürecine göre kabul edilen iki devletli çözümden Filistin tarafının minimum beklentisi 1967 savaşı öncesindeki Filistin topraklarının kendisine verilmesi ve egemenliği kısıtlanmamış bir Filistin devletinin kurulmasıydı.
Bugüne kadar Filistinliler açısından olmazsa olmaz niteliğindeki bir diğer husus ise, 1948 savaşı ile başlayan İsrail işgali, tehditleri ve katliamları sonucu topraklarını terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin bir barış antlaşması sonucunda evlerine geri dönebilmesinin sağlanmasıydı.
En azından 1967 savaşı öncesi topraklar bu açıdan temel alınabilirdi; ancak mevcut plan böyle bir imkan sağlamıyor; çünkü plana göre hiçbir İsrailli veya Filistinli topraklarından/evlerinden çıkarılmayacak.
Yani mevcut durum barış planı olarak kabul edilecek. Başta Ürdün olmak üzere Arap coğrafyasının hemen her bölümüne dağılmış ve bir kısmı zor şartlar altında hayatını sürdürmek durumunda olan Filistinliler kurulacak devletin vatandaşı olabilecek ve hatta isterlerse gelip yerleşebilecekler.
Ancak hiçbir İsrailli şu anda oturduğu topraklardan çıkarılmayacaksa, o zaman söz konusu mülteci Filistinlilerin kitlesel olarak geri dönüşlerinin mümkün olamayacağı açıktır.
Kudüs’ün bölünmemiş bir bütün olarak İsrail devletinin başkenti kabul edilmesi ise Filistin tarafı ve Arap dünyası için ağır şartlardan bir diğeri.
Amerika’nın 2017 yılının aralık ayında Kudüs şehrini İsrail devletinin başkenti olarak tanıdığını dikkate alacak olursak planda yer alan bu hususun beklenen bir durum olduğunu söyleyebiliriz.
Kurulacak Filistin devletinin bu plana göre ordu kurma ve güvenlik sağlama konularında da egemenliğinin değişik biçimlerde kısıtlanmakta olduğunun altını çizmek gerekir.
Ayrıca Kudüs konusundan, 1967 savaşında İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini ve Filistinlilerin topraklarının gaspı anlamına gelen yeni yerleşim yerleri kurulmaması konusundaki BM kararlarının bu planda dikkate alınmadığını da vurgulamak lazımdır.
Uluslararası konjonktür Filistin lehinde değil
Bütün bu haksız ve adaletsiz yanlarına rağmen maalesef uluslararası konjonktür, planı hazırlayan ve dayatmaya çalışan tarafların olabildiğince lehinde görünüyor.
Açıklandığı sırada Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman büyükelçilerinin orada bulunması bu devletlerin plana verdikleri destek anlamına geliyordu.
Nitekim planın açıklanmasının ardından söz konusu devletler, Katar ve Suudi Arabistan farklı nüanslar içeren açıklamalarla Trump’ın bir Filistin antlaşması oluşturmak için gösterdiği gayretlere teşekkür eden açıklamalar yayımladılar.
Ürdün henüz planı kabul etmemekle birlikle bu metin çerçevesinde bir müzakere süreci başladığı takdirde plana destek verebilir.
Geçmiş yıllarda İsrail karşıtı tutumlarıyla dikkat çeken Irak, Suriye ve Libya gibi devletlerin tamamının istikrarsızlaştırılmış olması Filistin haricinde plana doğrudan ve şiddetle karşı çıkan hiçbir Arap devleti kalmadığını gösteriyor.
Sonuçta Arap devletleri Filistin Yönetimini bu plan temelinde bir müzakere sürecine mecbur edebilirler veya Filistin Yönetiminin masaya oturmaması halinde İsrail bu toprakları ilhak ettiğini açıklayabilir.
Türkiye ne yapabilir?
Söylemesi ve kabul etmesi çok zor ve acı olabilir; ancak Türkiye konunun diplomatik ve siyasi taraflarından birisi değildir.
Meselenin bir müzakere sürecine dönüşmesi veya Filistin Yönetimi’nin planı toptan reddederek direniş göstermesini sağlama konusunda yapabilecekleri oldukça sınırlıdır.
Türkiye’nin Filistin Yönetimi’ni toptan finanse etmesi ve bir silahlı mücadeleye teşvik etmesi düşünülemez.
Öte yandan 1948 Savaşı’ndan itibaren Arapların bu mücadelede sürekli yenildiklerini ve taleplerinde adım adım gerilediklerini de not etmek lazımdır.
İsrail’in bu coğrafyada var olma hakkı bulunmadığını söyleyerek 1948 savaşına girişen ve yenilen Arap devletlerinin 1956 ve özellikle 1967’de ağır yenilgilere uğradıklarını (1948’de Ürdün’ün başarılı olması hariç) ve 1973 savaşının başlangıcında elde ettikleri başarıyı savaşın sonuna kadar devam ettiremediklerini;
İsrail’in savaşı 1967’de elde ettiği zaferin sınırlarına tekrardan götürmeyi başardığını;
Bundan sonra Mısır’ın Camp David Antlaşmalarıyla İsrail ile barış yaparak işgal altındaki topraklarının büyükçe bir kısmını geri alabildiğini;
Kendi içinde parçalanan Arap Blokunun İsrail’i yok etme tezinden iki devletli çözüm seçeneğine geldiğini ve
1990’ların başlarında uzlaşılan bu iki devletli çözüm seçeneğinin bugün itibariyle haritasının Filistin aleyhine fevkalade olumsuz hale geldiğinin altını çizmek gerekir.
Filistin müzakerelere başlarsa veya İsrail, Filistin topraklarını ilhak etmeye başlarsa Türkiye ne yapabilir?
Her iki halde de Türkiye’nin yapabileceği fazla bir şey olmadığını belirtmek gerekir.
Öte yandan eğer Türkiye bu konudan dolayı İsrail ile Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumak amacıyla bir deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması yapmaktan imtina eder ve İsrail ile arasındaki gerginliği artırarak sürdürürse, bu durumda Rum-Yunan tarafının ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmış olmaz.
Aynı önerme Türkiye-Mısır ilişkileri açısından da geçerli görünüyor. Türkiye’nin şu anda hayati çıkarlarını korumak amacıyla yapması gereken Libya ile imzalanan deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşmasını oluşturan esaslar üzerinden benzeri bir mutabakatı İsrail ile imzalamasıdır.
Bunun için de İsrail ile ilişkilerimizin bir an önce normalleştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.
Aynı normalleşme sürecinin Mısır ile ilişkilerimizde de gerekli olduğuna hiç şüphe yoktur; çünkü Türkiye’nin Libya ile yaptığı mutabakatın somut kazanımlara dönüşebilmesi ancak ve ancak benzeri anlaşmaların başta İsrail ve Mısır olmak üzere diğer kıyıdaş ülkelerle de (Suriye ve Lübnan) yapılmasına bağlıdır.
Böyle bir dönemde Türkiye bir yandan Filistin planı yüzünden İsrail ve plana destek vermesi kuvvetle muhtemel Mısır ile ilişkilerini daha da gerginleştirir ve deniz yetki alanları imzalanmasını imkansız kılar, öte yandan da aslında revize etmesi gereken Suriye politikasında ısrarcı olarak İdlib yüzünden Moskova ile bozuşursa Rusya uçağını düşürdüğümüz zamanki yalnızlıkla yeniden karşı karşıya kalabiliriz.
Üstelik bu defaki krizin faturası ülke içindeki ekonomik sıkıntıların artması ile sınırlı kalmayabilir ve Doğu Akdeniz’de net kayıplara dönüşebilir.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish