Elazığ deprem felaketinin bana hatırlattığı çok anlamlı ve değerli bir söz var;
İyi dostlar yıldızlar gibidir. Her zaman göremezsin, ama orada olduklarını bilirsin.
Gerçekten de hemen her insanın hayatında böyle dostları vardır.
Sizden uzakta bir şehirde yaşarlar, onlarla çok konuşmazsınız, çok fazla görmezsiniz, ama orada olduklarını, ihtiyacınız olduğunda onu yanınızda bulacağınıza inanırsınız.
İşte o dar zamanlarda beklentiniz yerine gelmiş ve yanınızda olmuşsa o insan sizin dostunuzdur.
Çünkü; "Gerçek dostlar yıldızlar gibidir; karanlık çökünce ortaya çıkarlar" diye başka bir söz daha var.
Bu sözlerin benzeri bir de hikaye var. Yanılmıyorsam Amerikan kökenli. Ama her tarafta var, söyleniyor ve internette değişik versiyonları da var.
Bu çok meşhur hikaye de dostlukla ilgili. Der ki;
Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti.
- Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma, dedi.
Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti. Asker, o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü.
Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı.
Siperdeki diğer arkadaşı;
– Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın, dedi.
- Hayır değdi, dedi, gözleri dolarak, değdi…
- Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?
- Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için.
Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı;
-Geleceğini biliyordum… Geleceğini biliyordum…
Ne yazık ki ben dostuma gidemedim. Aslında zaten kendi dertleriyle uğraşan bu dostumun kalabalık olan ailesiyle uğraşırken, bir de benimle uğraşmasın diye gitmedim. Ama bu gün size onu tanıtmak istiyorum.
Zira o gerçekten de dostluğun mücessem halidir. Benim veya bir arkadaşımızın başına böyle bir felaket gelseydi, o giderdi.
Duruşu, davranışı, sesi ve büsbütün her hali ile insana güven ve huzur veren Süleyman Karababa'dan bahsetmek istiyorum.
Otuz yıldan fazla bir zamandır onunla tanışıyoruz. İlişkimiz İstanbul'daki Birleşik Dağıtım'a dayanıyor.
1990 yılından sonra hemen her badirede başucumda gördüğüm Süleyman Abi'nin, benim hayatıma etkisi çok fazla.
Hapishaneye düşen okuryazar insanların en büyük sorunlarından biri yeni ve değişik kitaplar edinip okumaktır.
Ben hapishaneye düştüğümde, her ay bana yeni ve değişik kitaplar gönderiyordu. Yayın dünyasıyla olan ilişkimiz, onun sayesinde kesilmedi. Beni ziyarete geliyordu.
Dışarı çıktıktan sonra da, iş kurmamda ve yeni bir yaşam oluşturmamda hep onu yanımda gördüm.
Aslında dostlukta esas ölçü, arkadaşınızın sizin için yaptığı değil, sizin onun için ne kadar fedakarlıkta bulunacağınızdır. Lakin bugüne kadar biz hep ondan fedakarlık ve iyilik gördük.
Peki, kim bu hayırsever, yardımsever ve gerçekten fedakar insan?
Ben her zaman burada yazarların hayatından bahsediyordum. Bugünse bir okurdan, hem de entelektüel bir okurdan, bir yayıncı, kitapçı ve Türkiye'nin kültürüne çok önemli bir katkısı olan insandan bahsetmek istiyorum.
Onu kısaca tanıyalım.
Süleyman Karababa, 1961 yılının son günlerinde Elazığ merkeze bağlı Miyadin/Yemişlik köyünde bir ahırın sekisi olan, ama her gün İsmet İnönü'ye 'Adnan Menderes'i astı' diye beddua edilen bir evde dünyaya gelir.
Dedesinden ve babasından hep ne anlama geldiğini bilmediği "Kör İsmet, Menderes'in başını yedi" cümlesini duyarak büyür.
Hani biz genel olarak "Kürt kökenli" diyoruz ya, gerçekten Süleyman öyle biri. Çünkü annesi de babaannesi de Türk. Dolayısıyla evinde hep Türkçe konuşulduğundan öyle büyümüştür.
İlkokuldan sonra İmam-Hatip'e devam eder ve 1979 yılında mezun olur. O dönemler sağ-sol hareketleri yaygındır, ama Elazığ sağcılığın, milliyetçiliğin ve muhafazakarlığın kalesidir.
Sağcıların aşırı milliyetçiliği, solcuların anlamsız dinsizliği onun ruhuna hitap etmez ve kendince İslam'ın serin gölgesine sığınır. Zaten ne sağcı ve ne de solcu olanlar çoğunlukla üçüncü yol olarak İslamcı oluyorlardı.
Sağcıların zulmünden, İslam'ın serin gölgesine sığınmak akıllıca bir fikir gibi gelebilir insana, ama o zaman etkin olan İslami cemaatlerde; tarikatçılar, Milli Görüşçüler ve Nurculardı.
Bunların hiçbiri Süleyman'ın cevval, mütecessis ve içinde feveranlar kopan ruhuna hitap etmiyordu.
Kitap okuyorlardı; Seyyid Kutub'un, Hasan El-Benna'nın, Said Havva'nın, Ali Şeriati'nin kitapları onun arayışlar içinde olan ruhuna daha fazla hitap ediyordu.
Bir arkadaşıyla beraber 1981'de Furkan Kitabevi adında bir kitapevi kurarlar; aynı yıl Erzurum İlahiyat Fakültesini kazanır ve kaydını yapar.
Sağcıların ve solcuların hapishanelere tıkıldığı o yıllarda "Tek Yol İslam" sloganı da, faaliyetleri de revaçtadır, ama bütün bu faaliyetler gizlice yapılmakta ve bu yolun da tıkatılma zamanı geldiğinde, 12 Eylülcüler onlara da yönelirler.
1983 yılında "irticai faaliyetler"e yönelik başlayan operasyonlarda onlarca insan da Erzurum'da tutuklanır.
İçlerinde, çok sonraları bu ülkede başbakan yardımcılığı, bakanlık ve içişleri bakanlığı da yapacak olan, kendi yönetimi döneminde bu ülkenin kangrenleşmiş sorunlarında açılımlar yapacak, barış süreçlerinde gerçekten barışa hizmet edecek Beşir Atalay da vardır.
Beşir Hoca'nın çok ağır işkenceler gördüğü bu operasyondan kaçmayı başarır Süleyman Karababa. Ve birkaç ay kaçak gezdikten sonra Elazığ'da tutuklanır.
30 günlük acılı işkence süreçlerinden sonra Erzurum'a gönderilir ve orada 18 gün daha işkenceli sorgulardan geçirilir.
Kendisiyle dalga geçebilen özgür ruhlu insanların alaycı edasıyla "kaplumbağa kafesi ve foseptik çukuru" dışındaki bütün işkence yöntemleri üzerinde denendikten 48 gün sonra mahkemeye sevk edilir.
Bir iki mahkemeden sonra, toplamda 7 ay hapiste kalır ve beraat ederek Elazığ'a geri döner.
Elazığ'da arkadaşları ile beraber takıldığı o alçak tabureli çayhaneye gider. Çoğu tanıdığı olan 15-20 kişinin bağıra çağıra sohbet ettiği bir grubun yanına selam vererek ilişir.
Arkadaşlarından, "geçmiş olsun"; "ahvalin nasıl?" vb. gibi sorular beklerken, bir yıl öncesine kadar kendisiyle "dünyayı değiştirmeyi" beklediği bütün arkadaşları o geldiğinden sıvışır.
"Hapishaneden çıkmış 'mimli adam', bununla beraber görünmek iyi olmaz" diye düşünülerek yapılan bu davranış onu kahreder ve sonunda köyüne döner.
O hırsla abisine bir köy evi yapar ve artık böyle bir şehirde yaşanmaz düşüncesiyle İstanbul'a gider.
İstanbul deryadır. Süleyman çabucak kaybolur ve Şamil Dağıtım'da iş bulur. İki yıldan fazla bir süre Şamil Dağıtım'da paketleme işinde çalışır.
İslami yayıncılığın zirve yaptığı bu dönemde, Beyan, İnsan, İşaret, Yeryüzü vb. yayınevlerinin birleşerek kurduğu Birleşik Dağıtım kurulur ve o da oraya muhasebe müdürü olur. Artık yayıncılığın kalbindedir.
Birleşik Dağıtım gerçekten de yayıncılığın, İslami kitapçılığın kalbidir. Anadolu'nun her tarafında alt bayileri vardır ve yayınlanan her kitaptan bine yakın adedi aniden ve siparişsiz dağıtılmaktadır.
Birleşik Dağıtım'da Ali Bulaç yönetiminde Kitap dergisi de yayınlanmaktadır. Dergi binlerce sayı basılıp dağıtılmaktadır ve dünyanın her tarafında okuyucuları vardır.
Ayrıca Birleşik Dağıtım Genel Müdürü Osman Bostan’ın değişik çevrelerle olan ilişkisi Birleşik Dağıtım'ı bir merkez haline getirmişti. Ben de tam bu yıllarda oradan geçtim.
Benim bulunduğum o dönemde, ismi bilinen, o zamanın yazarları ve daha sonra duyulacak onlarca yazar, çizer ve şair oraya uğruyordu. İsimlerini tek tek saymaya gerek yok, ama bilinen ve daha sonra bilinecek yazar ve sonra siyasetçi olacak ve önemli mevkilere gelecek olan birçok insan buradan geçti.
Süleyman Karababa da bu işletmenin müdürü olarak bütün kitapların satış ve dağıtım ağını kontrol ediyordu. Tam bu sırada yayıncılığa da heves etti.
Daha sonraları televizyon fenomeni olarak, gür sesiyle şiirler okuyacak ve çok meşhur olacak olan İbrahim Sadri ile birlikte Yaşayan Kitaplar ve Kasetler namıyla bir yayınevi kurdular. İlk kitapları da İbrahim Sadri'nin Cihad Köfte Salonu idi.
Bu kitapta İbrahim Sadri, çok önemli bir konuya parmak basıyor ve ülkede başlayan İslamcılık furyasının beraberinde getirdiği esnaf dükkanları adlandırmalarından yola çıkarak ince bir eleştiri yapıyordu.
Cihad Köfte Salonu, Muvahhid Demir Doğrama, Tekbir Giyim vb. kavramları o zaman eleştirebilmek de, böyle bir kitabı basmak da yürek istiyordu.
İşte o yürekliliği de Süleyman Karababa göstermişti. Lakin İbrahim Sadri gibi entel şairler ile Mehmet Efe gibi müzmin muhaliflerin kitapları "Yaşayan Kitap ve Kasetler"in yaşamasına yetmedi.
Fakat Süleyman Karababa bu ülkeye yapacağı en büyük hizmeti birkaç sene sonra yapacaktı.
Bir süre sonra Kanal7 kuruldu ve Nehir yayınlarının yönetmeni Mustafa Çelik oraya geçti. Onun yerine de Süleyman Karababa Nehir ve Atlas yayınlarının yönetmeni oldu.
Bu arada Kombassan şirketi değişik işlerde boy gösteriyordu. Yimpaş adıyla da başta İstanbul'da olmak üzere değişik vilayetlerde büyük süpermarketler kuruyorlardı.
Şimdilerde hemen her yerde süpermarket de gördüğümüz kitap reyonlarının Türkiye'deki ilk kurucusu Süleyman Karababa'dır.
Elbette bu işi yapmak, Yimpaş yönetimine kabul ettirmek kolay olmamıştı. "Market de kitap mı satılacaktı?", "Nasıl olacaktı?" vs. tartışıldı.
Lakin kendini her açıdan daha fazla para kazanmaya adamış olanlara bunu kabul ettirmek Süleyman abiye zor gelmedi.
Bütün reyonları kendisi hazırlayacak, bütün malı kendisi tedarik edecek ve önüne de kendi elemanını koyacaktı. Market sadece parayı alacak ve bir kaç ayda bir hesap görecekti.
Ayrıca her markette belli günlerde imza günleri yapılacak, hatta market garajlarında mini konserler yapılacaktı.
Artistler, şarkıcılar, komedyenler götürülecekti. Ve bütün bu faaliyetler için gelen insanlar marketten de alışveriş yapacaktı. İşte bu dayanılmaz teklifler Yimpaş yönetimini ikna etti ve marketlerdeki kitap reyonları da böyle kuruldu.
Artık hepimizin gördüğü gibi bütün marketlerde temizlik malzemelerinin kenarındaki reyonlarda kitap, dergi ve bilgisayar sarf malzemeleri de var.
Gerçi bu işe ilk başlayan Yimpaş marketleri 2000 yılındaki krizden etkilendi ve kapandılar. Ama diğer marketlerde devam ediyor.
Süleyman Karababa'nın en önemli özelliklerinden biri de insan idaresidir. O gerçek bir dosttur.
Gerçek dostlar, yanlış yaptığında seni uyaran, sonrasında ise koruyan kişilerdir. Yaptığın yanlışı herkese duyuran senin dostun değil, belki uzaklaşman gereken biridir.
"Hakiki arkadaşlık sıhhatten farksızdır; kıymeti, ancak elden gittikten sonra anlaşılır" denir ya, bence siz de dostlarınızı elden gitmeden hatırlayın ve anın onları.
Şükürler olsun ki benim arkadaşım da büyük bir badire atlattı ve durumu iyi. Ona ve bütün ailesine sağlıklı ve huzurlu bir yaşam umut ederken, Elazığ depreminde hayatını kaybedenlere Allahtan rahmet ve mağfiret, yaralılara şifa diliyorum.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish