Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını ve sürekliliğini ilgilendiren meselelerde kamuoyu evvela Türk milliyetçilerine döner. Bu şimdiye kadar hep böyle olmuştur, bundan sonra da hep böyle olacaktır.
Bu anlamda Türk milliyetçiliği, millet için daima millî refleksin merkezi olagelmiştir.
Hâl böyle olunca, Türk milliyetçilerinin duruşu ve bakışı, güvenlik ve dış politika gibi hassas levhalarda diğer toplumsal başlıklara nispetle çok daha baskın seyretmiştir.
Söz konusu manzara olumlu olduğu kadar olumsuzdur da.
Olumludur zira Türk milliyetçileri bu vesileyle ülkede bir “sinir ucu” işlevi görmekte ve Türkiye’ye içten ve hariçten yöneltilen hücumlara karşı cüsseli bir koruma kalkanı ete kemiğe büründürmektedirler.
Öte yandan olumsuzdur zira Türk milliyetçiliğinin salt bu eksene hapsedilmesi potansiyelini de beraberinde getirmektedir.
21'nci yüzyılda Türkiye’mizin karşı karşıya bırakıldığı iç ve dış tehditler – ki bu gidişat 1970’lerden bu yana aynıdır – Türk milliyetçiliğini terör, güvenlik ve kimlik üçgeni etrafında sürdürülen tartışmalara mecburen sıkıştırmış ve milliyetçiliğin diğer (ve hatta “kurucu”) vasıflarının zamanla üstünün örtülmesine sebep olmuştur.
Şüphesiz ki, ülkenin mücadele etmesi icap eden türlü iç-dış fesatlar Türk milliyetçiliğinin öncelediği maddeleri de birinci elden şekillendirmiştir.
Dolayısıyla şayet bugün Türk milliyetçiliği “güvenlik” maddesini “olmazsa olmaz” ve “birinci” gündem maddesi olarak telakki ediyorsa, bu her şeyden önce ülke gerçekliklerinden ve dahi ülkenin içinde bulunduğu kritik durumlardan mülhemdir.
Başka bir deyişle, mevzubahis durum Türk milliyetçiliğinin bir “tercihi” değil, bir “zarureti”dir.
Alparslan Türkeş ve “Dokuz Işık” doktrininin önemi
Bu talihsiz döngüye rağmen Türk milliyetçiliği hiçbir zaman – daha doğrusu sivil planda merhum Alparslan Türkeş’in liderliğinde siyasallaştığı 1960’lı yıllardan bu yana – asla yalnızca “güvenlik” endeksli bir fikriyat olmadı.
Merhum Türkeş’in 1965 yılında verdiği “Dokuz Işık” doktrininin muhteviyatı bu bağlamda fevkalade belirleyicidir.
Tarım-kentler, korporatizm vb. Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğinin omurgasını teşkil eden kavram, proje ve eğilimler Dokuz Işık eserinde karşılığını bulmuş, uzunca bir süreliğine bir fikrî pusula görevi ifa etmiştir.
Dahası, Dokuz Işık’ta zikredilen ilkelerin önemli bir kısmı ve hatta çoğunluğu ekonomi ve bilimsel üretim bahsiyle ilintilidir (Bkz: İlimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Gelişmecilik ve Halkçılık, Endüstricilik ve Teknikçilik).
Sadece bu açıdan ele alındığında bile, Türk milliyetçiliğinin salt askerî-polisiye güvenlik meşguliyetinden çok daha fazlasını istediği ve teklif ettiği rahatlıkla anlaşılabilecektir.
Gerçekten de Türk milliyetçiliğinin her türlü sınıf, zümre yahut topluluk diktasına karşı bir başkaldırıyı simgelediği, üstelik söz konusu başkaldırıyı da ekonomi-politik düzleminde programatik bir mantığa oturttuğu – sistemleştirdiği yadsınamaz bir gerçektir.
En çalkantılı yıllarda dahi, Türkeş liderliğindeki monoblok Türk milliyetçiliği düşüncenin sosyal boyutunu pas geçmemiş, hasıraltı etmemiştir.
Bu yönüyle Türk milliyetçiliğinin propaganda faaliyetlerinde ve seçim kampanyalarında ekonomi başlığı öteden beri kayda değer bir ağırlık ifade etmiştir.
Ne var ki bugün Türk milliyetçiliğinin sosyal boyutunun, özgün ekonomik kalkınma perspektifleriyle birlikte topyekûn boğulmaya yüz tuttuğunu müşahede ediyoruz.
21. yüzyılda Türk milliyetçiliğinin sosyal boyutundan geriye ne kaldı?
1970’li yılların aksine bugün Türk milliyetçiliğinin parçalı bir yapısı mevcut. Milliyetçiliği referans alan birçok irili-ufaklı siyasî parti ve şahsiyet var.
Ancak buna rağmen, Türk milliyetçiliğinin sosyal paradigması her geçen gün biraz daha buharlaşıyor ve kayboluyor.
Pasif, statik ve ekonomi gündeminin yakıcı meselelerine dair diyecek sözü neredeyse kalmayan bir büyük ama kümeli yapıdan bahsedebiliriz sanırım.
Bugün Türkiye çeşitli iktidarlar tarafından çok uzun yıllardır tatbik edilen yanlış ekonomi politikalarının esiri pozisyonundadır.
Artık öyle bir safhadayız ki, palyatif ve günlük tedbirler yığınının yahut kimi rötuşların tahribatı onarmaya yetmediği, yetmeyeceği günlerden geçiyoruz.
Türkiye ekonomisi, “dünyayla bütünleşmek” adına dâhil olduğu liberal oyunda bir figüran dahi olamayacak kadar geriledi ve çürüdü. Dahası, bu çürüme hâli artık kronikleşmeye başladı.
Dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Türkiye’de de “refah dönemi” kapanıyor. Küresel ölçekli “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı bütün kol ve şubeleriyle çatırdıyor.
Her yeni krizde, liberallerin ilâhlaştırdıkları o meşhur “görünmez el”, avucunu açıp devletlerden biraz daha fazla para ve kaynak dileniyor.
Oysa devletlerin kasasını ilk aşamada boşaltan piyasanın o meşhur ve hırsız “görünmez eli” idi!
Dediğim gibi, Türkiye de dünya piyasalarıyla entegrasyonu nispetinde bu sistemik çöküşün yansımalarını çok sert bir şekilde yaşıyor ve görüyor.
Türkiye’de spekülasyon aldı başını yürüdü. Borsa simsarları, bankerler diledikleri gibi at koşturuyorlar.
Vergi kaçakçılığı kitleselleşti, üstüne üstlük cezasız bırakıldı. Nüfusun yüzde 60’lık bir kısmı yoksulluk sınırı altında hayatta kalmaya çalışıyor.
Yine 16 milyon insanımız açlık sınırının altında bir kuru ekmeğin peşinden gitmek durumunda. Asgarî ücret deseniz, kimseye yetmiyor.
Güvencesiz ve sigortasız çalışmaya mahkûm edilen insanların sayıları her geçen gün biraz daha artıyor. Çalışma saatleri ise insafsızlığın, gayri-insaniliğin sınırlarını çoktan aşmış bulunuyor.
Bitti mi? Hayır.
Diplomalı genç işsizliği dört nala gidiyor. Gençlerin gelecek ümitleri tükenme aşamasında. İş yok, terfi olasılığı yok, biriktirme fırsatı yok. Yeni nesil prekaryanın içine doğuyor gibi adeta.
Ailelerin alım gücü erime noktasına geldi. Emekliler geçim derdiyle 2-3 farklı işte çalışmaya zorlanıyorlar. Tasarruf imkânları ne mavi yakalar için var ne de beyaz yakalar için.
Döviz kurları her gün yeni bir dalgalanmayla karşılaşıyor. Enflasyon rakamları cepleri ateşe veriyor. Zamlar ise herkesin belini bükmüş durumda.
Dahası, ülkede sanki üretime paydos edildi; tarımsal üretim, sanayi üretimi, savunma alanı müstesna diğer bütün alanlardaki teknolojik üretim – hepsi durmuş, sıfırlanmış vaziyette.
Diyorum ya; Kriz hem dünyada hem de Türkiye’de büsbütün sistemin yani – adını koyalım – kapitalizmin krizidir.
Kapitalist çürümeye karşı milliyetçi-sosyal yeni bir doktrin ihtiyacı
Gelinen aşamada her ülke kendi çıkış yolunu arıyor. Her ülke, krizin kanlı pençelerinden sıyrılabilmek için kendi öz kaynaklarına, öz gücüne ve en önemlisi kendi öz modeline dönüşün (veya yönelmenin) yöntemlerini tetkik ediyor. Bugün bütün dünyada işte böylesi bir arayış hâli hâsıldır.
Batı’da krize karşı farklı cevaplar farklı aktörlerce veriliyor. Milliyetçiler kendi vizyonlarını, sosyalistler kendi reçetelerini serdediyorlar.
Batı özelinde son yıllarda yükselişe geçen siyasetlerin bu iki cenahtan dökülüyor oluşu kati suretle bir tesadüf değildir zira “sistem-dışı” radikal ve yapısal çözümleri (iyisiyle-kötüsüyle) getirebilenler işte bu aktörlerdir.
Diğerleri mustarip oldukları fikirsizlik hastalığından dolayı sistemin dışına çıkabilecek adımları düşünemiyor ve atamıyorlar.
Ya Türkiye’de?
Türkiye’de hâlihazırda maalesef o da yok. Sosyalistlerin ilginç tezleri var, ancak dogmaya bağlılıkları onları anakronik kılıyor.
Sosyal-demokratlar, muhafazakârlar ve liberaller bir üst-paragrafta altını çizdiğim “diğerleri” kategorisinde yer alıyorlar.
Türk milliyetçileri ise haklı ve meşru iç-dış güvenlik endişelerinde çırpınıyorlar ve yeni bir ekonomik paradigmanın inşasına ayıracak enerji bulamıyorlar.
Oysa benim umudum her şeye rağmen Türk milliyetçilerindedir. Nedeni ise basit: böylesi bir yükün altından kalkabilecek birikimi, deneyimi ve en önemlisi külliyatı vardır.
Dahası, yazının en başında Türk milliyetçiliğinin Türkiye’de millî refleksin merkezi addedildiğini belirtmiştim.
Doğrudur. Bugün itibariyle artık ekonomi mevzuu Türkiye için millî refleksin odak noktalarındandır.
Bugün itibariyle içinde yaşadığımız ekonomik düzenin yeniden dizaynı en büyük milliyetçilik davalarından ve Türk milliyetçiliğinin en belirleyici mevzilerindendir.
Merhum Türkeş, 20'nci yüzyılda cereyan eden kapitalizm-komünizm çelişkisine karşı Türk milliyetçilerine Dokuz Işık’ı verdi.
21'nci yüzyılda ise bugün idrâk edilen kapitalist çözülüşe karşı Türk milliyetçilerine yeni bir sosyal doktrin verilmelidir.
Çözülüş esasen üretim ilişkilerini temel aldığı ve kapsadığı içindir ki, geliştirilecek yeni sosyal doktrinin de çekirdekte üretim ilişkilerini yeniden tanımlaması lazımdır. Bu sebepten dolayı sistem sınırlarının dışına çıkmak ve hatta taşmak, alternatifin vücuda getirilebilmesi için elzemdir.
Bugün başlayan yazı dizisi boyunca Türk milliyetçiliğinin yeni yüzyıla uygun bir ekonomi-politiği hangi ilkeler üzerine bina edebileceğini ve Türkiye’de üretim ilişkilerini hem topyekûn milletin hem de devletin yararına olacak şekilde ileri sürülecek ilkeler manzumesinin ışığında nasıl yeniden tasarlayabileceğini tartışmaya çalışacağım.
Kendi payıma başlamakta geciktiğini düşündüğüm milliyetçi-sosyal arayışa mütevazı da olsa bir katkı sunmayı temenni ediyorum.
Okunması, paylaşılması ve hatta (bolca) karşı-tez tetiklemesi dileğiyle…
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish