Peygamberimiz (s.a.v) kendisine indirilen vahyi gökten yağan yağmura benzetir ve şöyle buyurur:
Toprak vardır, bu suyu alır, içinde biriktirir, insanlar ve diğer canlılar ondan istifade eder.
Toprak vardır, bu suyu alır çimene, yeşile, ağaca dönüştürür.
Toprak da vardır, o yağmur üzerinden akar gider…
İnsanların ilahi vahiy karşısındaki konumuna ilişkin çarpıcı bir hadis.
Benim asıl dikkat çekmek istediğim husus, bu hadiste peygamberimizin vahyin işlevsel hale gelmesi için bir zemine ihtiyacının olduğuna yönelik işaretidir.
Toprak yoksa yağmur nereye yağacak veya nereyi yeşillendirecek?
Bu zemin hiç kuşkusuz en başta akıldır, tecrübi aklın binlerce yıldır oluşturduğu kurumlardır.
Vahiy bir yağmur gibi akla ve aklın tecrübe yoluyla oluşturduğu, adına gelenek denilen olguya damlar ve onlara varlığın amacına göre hareket etme yeteneğini kazandırır.
Kimi akıllar ve kurumlar sadece vahyin mesajını gelecek nesillere iletme işlevini görürken kimi akıllar ve kurumlar da onu kendi koşullarına göre yeniden üretirler.
Tabi bazı akılların ve kurumların da sadece üzerindeki tozu alır.
Bu bağlamda peygamberimizin mesajı karşısında sahabe neslini ve onlardan sonra gelen diğer Müslüman nesilleri de bu şekilde tasnif edebiliriz.
Bu açıdan peygamberden duyduklarını olduğu gibi aktarıp rivayet eden kimseleri, insanlar ve diğer canlılar istifade etsinler diye suyu içinde tutan, biriktiren toprağa benzetebiliriz.
Peygamberden gelen mesajları yeniden üretip ilmi ekollere, hukuk disiplinlerine, irfani kurumlara dönüştüren kimseleri de gökten yağan yağmuru çimene, yeşile, ağaca dönüştüren toprağa benzetmek mümkündür.
Hiç kuşkusuz peygamberin mesajlarından hiç etkilenmemiş kuşaklar da eksik olmamıştır.
Nitekim peygamberimiz cahiliye döneminde geçerli olan ve gerçekten tecrübi aklın eseri olan kurumların hiçbirini iptal etmemiştir.
Tam tersine onlara varlığın amacına uygun bir rota çizmiş ve böylece verimli, üretken hale gelmelerini sağlamıştır. Aşiret, kabile, hatta Ka’be gibi.
Bunların içine sızmış, varoluşsal amaçlarına göre etkin olmalarını engelleyen bir ayak bağı mesabesindeki şirki ayıklamıştır.
Nitekim peygamberimiz “Ben insanları madenler gibi buldum” buyurmuştur.
Cahiliyede altın, gümüş, teneke olan İslam’da da aynı özelliğini devam ettirmiştir.
Değişen tek şey hayat bahşeden vahiy damlası sayesinde varlığın amacına yöneltilmiş olmalarıdır.
Cahiliye döneminde Ka’be’nin içine doldurulan putların temizlenmesi gibi insanlığın aklı, aklının tecrübeyle oluşturduğu kurumlar hayatta verimli olmalarına engel olan cahili unsurlardan arındırılmıştır.
Nitekim cahiliye ve şirk sisteminin etkisiyle birer ölüm makinelerine dönüşen Arap kabileleri İslam’la birlikte dünyaya erdem taşıyan medeniyet öncülerine dönüşmüşlerdir.
Batı medeniyeti yani bazı Müslüman düşünürlerin tanımladığı gibi “modern cahiliye” ise bu bağlamda İslam’dan çok farklı, yüzde yüz zıt bir çizgi izlemiştir.
Ayrıca Arap cahiliyesiyle de farklılaşmıştır. Arap cahiliyesi tecrübi aklın ürünü geleneksel kurumları yok etmiyor, bilakis içlerini şirkle, hurafe ile doldurarak verimsiz ve yıkıcı hale getiriyordu.
Batı medeniyeti ise yeryüzünde etkin olmaya başladığı günden itibaren insanların binlerce yıllık birikimi olan bu toplumsal kurumları tamamen ortadan kaldırarak onların yerine kendi amacına uygun kurumları ikame etme yolunu seçmiştir.
Bu açıdan Arap cahiliyesinden daha yıkıcı bir çizgide ilerlemekte ve halen bütün yeryüzünde referans medeniyet olarak bu yıkıcı etkisini sürdürmektedir.
Ülkemiz de iki asrı geçkin bir süredir batı medeniyetinin etkisi altındadır.
Son yüz yıl ise iktidar da bu anlayışın elinde olduğu için geleneksel kurumlar korkunç bir yıkıma maruz kalmış ve toplumumuz tarih boyunca Moğol ve Haçlı saldırılarında bile şahit olmadığı bir verimsizlikle karşı karşıya kalmıştır.
Fakat Kürt coğrafyası batıcı zihniyetin coğrafi koşullardan dolayı tam anlamıyla etkin olmadığı bir yer olarak uzun süre bu yıkımdan masun kalabildi.
Son günlere kadar ağalık, medrese, aşiret ve tasavvuf gibi geleneksel kurumlar Arap cahiliyesine benzer bir iç çürümeye, verimsizliğe duçar olmakla beraber ayakta kalabildiler.
Özellikle Norşîn, Tillo, Oxîn gibi medreseler geleneğin destansı direnişini sembolize ediyorlardı.
19 Ocak 2020 günü Norşîn medresesinin müderrisi Şeyh Seyda Mela Abdulkerim Çevik medresede ders verirken akıllara durgunluk veren ve bölgede bugüne kadar benzerine şahit olunmayan bir gerekçeyle silahlı bir saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti.
Batıcı modern cahiliyenin elinden kurtulan değerlerimiz, bazı Kürtlerin cahilliklerine kurban oluyorlar maalesef.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish