Ruhumuz, akli dünyanın dar ve sıkışmış sınırları içerisine hapsedilemez,
kendine sığınacak bir liman arar.
İşte sanat, fark etsek de etmesek de o limanlardan biridir.(Sadettin Ökten, Aslında Bir Sanat Var*)
Hala bir sanatımız var!..
Bireyin zevk aldığı her işin künhünde bir ‘sanat’ olmadığını kim iddia edebilir? Bir boyacının duvarı boyarken mırıldandığı şarkı, güneşin batarken insanda oluşturduğu duygu, yağmurun yağışındaki sükunet, suyun sesindeki şırıltı, yaprağın rüzgarda çıkardığı hışırtı, hepsi ama hepsi bir sanat değil midir?
Bu yönüyle bakıldığında her bireyin yaşamında şöyle veya böyle bir sanat algısı vardır. Çünkü sanat; ruhu doyuran o tarifi zor duygudur bir bakıma.
Fakat unutmamak gerekir ki; sanatı özel insanlar üretir. Her bireyin farklı farklı sanatlara eğilimleri vardır. Kiminde az, kiminde çok!..
Nihayetinde ise sanat-edebiyatla uğraşmanın bir yetenek boyutu olduğu inkâr edilemez. Kimi içinde var olan bu sanat-edebiyat dehasının farkına varır, kimi de ömür boyu fark edemeyebilir.
Dikkat edilirse ‘sanat’, genelde tabiatla olan ilişki neticesinde peyda olur. Zaten tabiatın kendisi bir sanat değil midir?
Güneşin doğuşu, batışı, ağaçların yeşermesi, meyve vermesi, yapraklarını dökmesi, yağmurun yağması ve diğer tabiat olayları… hepsi muhteşem bir sanat eseridir.
Peki, modernite de böyle mi görür sanatı? Değil şüphesiz!... Modernite, tabiatı bir sanat tasavvuru olarak ele almaz. Ancak tabiatla kurulan ilişki neticesinde oluşturduğu faaliyetleri sanat olarak algılar. Resim, müzik, fotoğraf, edebiyat… vb. alanlar aslında modernitenin sanat alanına girer.
Ayrıca modernite, doğadaki sanatın resmini kendisinden aşkın görür. Yani ağacın resmi, ağaçtan aşkındır.
Bu bakışla, insanın resmi de insandan aşkındır. Böylesi bir sanat anlayışı eksiktir hiç şüphesiz. Bu nedenle de modern sanatlarda ruh pek yoktur.*
Bireyin sanatla tanışması tinsel, görsel veya düşsel şekillerinden biri veya birkaçı ile olur. Tabii ki bireyin sanattan aldığı hazzın derecesi sanatı oluşturur.
Bu durum kişiden kişiye değişir. İşin doğrusu birinin sanat olarak algıladığını bir başkası sanat olarak görmeyebilir. Yani sanat da görecelidir.
Bu anlamda gündelik hayatımızda farkında olarak veya olmayarak sürekli sanatla tanışma, başka bir ifadeyle temas halindeyiz.
O an farkında olmasak da bir şekilde sanatla temasımız devam eder. Tabii bu durum hem bireyin içinde bulunduğu atmosfer hem de çevresel şartlarla ilintilidir.
Bu açıdan, her bireyde az ya da çok sanatsal bir yön bulunduğunu söylemek mümkündür. Kimi içindeki bu sanat cevherini alıp geliştirir, dış dünyaya taşırarak yeni bir alan inşa eder; kimi de sadece sanata temasla yetinir ve kendi içinde yaşar. Kısacası; sanat eseriyle olan temasımız bir ömür boyu devam eder.
Böylece sanatkar, sanatını dış dünyaya taşırarak meydana getirdiği eserlerle kendi çağının medeniyet değerlerini de yansıtır aynı zamanda. Bu çerçevede sanat eserleri dönemsel okumalar yapmak için de ayrı bir öneme sahiptir.
Bu alanda önemli bir isim olan Saadettin Ökten’e kulak vermekte fayda vardır:
Batı ülkelerinde kurulan müzelerde farklı farklı seksiyonlar var. Bir bölümde Ortaçağ Katolik Hristiyan sanatını seyrederken hemen sonraki bölümde Rönesans sanatıyla karşılaşırsınız. Aynı figür yahut şahıs ilkinde uzun koyu renk ve etkileyici sade giysileri içinde tasvir edilmişken ikincisinde neredeyse üryan olarak resmediliyor.
Bunun sebebini ilk başta anlayamadım. Sonraki yıllarda parça parça yaptığım tarih ve medeniyet okumalarımda şunu gördüm: Ortaçağ Hristiyan sanatı Mü'min bir İseviyetin sanatıdır. Rönesans sanatı ise Pagan antik yunana gönderme yapıyor.
İnsan vücudu ilkin Katolik medeniyetin temel değerleri manzumesinin icabı olarak setredilmişken ikincisinde Antik Yunan’ın vücut fizyolojisine verdiği önem ve atfettiği kutsama neticesinde neredeyse üryan haldedir.
O halde sanatkâr bilse de bilmese de farkında olsa da olmasa da benimsediği ve mensup olduğu medeniyet tasavvurunun temel değerler manzumesine göre eser verir. *
Toplumun ruhu kültür-sanat-edebiyattır
Kültür-sanat-edebiyat, toplum yapısının ruhu gibidir. O ruh kararır veya kaybolursa toplum da çöker. Söz konusu çöküş, haliyle yaşantımıza sirayet eder.
Bu nedenle her toplum, millet varlığının dinamiği olan özellikle kültürün ve bağlantılı olarak sanat-edebiyatın geleceğini rotasından saptırmadan devam ettirmeye çalışır.
Elbette ki bütün toplumlarda tek tip kültür beklenemez, beklenmemelidir de. Toplum yapısına, coğrafyaya, inanç değerlerine göre farklı farklı kültürlerin, yaşam biçimlerinin olması doğaldır. Bu nedenle her toplumun da kendine özgü kültürü daha doğrusu yaşam biçimi vardır.
İşte asıl mesele; her toplumun kendi inanç sistemine, yaşam değerlerine, coğrafyasına, ekonomik ve siyasal yapısına göre kendine özgü kültür-sanat ve edebiyatlarını oluşturup yoluna devam etmesidir. Bu durumda da bireylerle birlikte en büyük görev devletlere düşmektedir.
Tabii ki devletin en önemli görevi ise; yukarıda bahsedilen ruha uygun kültür-sanat-edebiyat politikaları oluşturup destekte bulunmalarıdır.
Unutmamak gerekir ki; bir devletin büyüklüğü sadece ekonomik göstergelerinden değil, kültür-sanat-edebiyat değerlerinin yaşanmasından, yerleşmesinden de belli olur. En önemli değer de budur aslında.
Nobel, avanslı bir ödüldür
Yıl sonu yaklaşınca kültür-sanat-edebiyatın da ödül halleri kendini göstermeye başlar. Tabii aynı ödül halleri ekonomi, bilim, sanayi, siyaset, ticaret… vb. diğer alanlara da sirayet eder haliyle.
Birçok ilgili-ilgisiz devlet, kurum, kuruluş, şahıs… bir şekilde bu ödüllendirme atmosferine dahil olur. En çok da kültür-sanat-edebiyat ödülleri konuşulur, tartışılır.
En başta ise 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm’de açıklanan vasiyetnamesiyle dinamitin mucidi Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği Nobel Ödülleri tartışmaların odağı olur.
Nobel Ödülleri ilk defa 1901 tarihinde verilmeye başlanmış olup her yıl Alfred Nobel’in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık günü sahiplerine verilmektedir.
Birçok dalda verilen (fizik, kimya, tıp-fizyoloji, edebiyat, ekonomi, barış) Nobel Ödülleri'nin en çarpıcısı ise hiç şüphesiz edebiyat dalında verilenidir. Ve her yıl açıklandığında mutlaka tartışma konusu olur.
2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü, Orhan Pamuk’a verildiğinde de aynı tartışma olmuştu. Tartışma, edebiyat eserinin kendisi üzerine olsa iyi! Lakin daha çok ödül verilen kişi ve veriliş sebebi üzerinde yoğunlaşıyor bu tartışma.
Mesela Orhan Pamuk ile ilgili en çok konuşulan konu; Ermeni meselesi idi.
Pamuk, 2005 yılında İsveç’te yayınlanan Svenska gazetesindeki röportajında; ‘Osmanlı’nın bir milyon Ermeni’yi katlettiğini ifade etti ve akabinde 2000-2005 arasında otuz bin Kürt'ün öldürüldüğünü’ dile getirdi.
Yaşadığı ülkeye ihanet edercesine böyle açıklamalarda bulundu Pamuk. Tesadüf değil bu açıklamalar!... İşte bu söylem ona Nobel Edebiyat Ödülü'nü getirdi.
Ödülün verilmesinde Pamuk’un eserlerinden çok, Ermeni soykırımı açıklaması etken oldu. Böylece Pamuk’a 2006 yılında bunun karşılığında Nobel Edebiyat Ödülü takdim edildi.
Evet, zaman İsmet Özel’i haklı çıkardı ve de çıkarmaya devam ediyor. Ne demişti Özel 1977 yılında;
Nobel’in siyasi yönünü bir tarafa bırakıyorum, ama kültürel bir kötülüğü var. Şöyle: Bu armağanı veren ülkeler, gerçi ülke İsveç’tir ama ülkeler demek zorundayız, çünkü o formasyon Batı Avrupa’ya aittir; kendi sanatçısını değerlendirir, kendi medeniyeti içinde değerlendirir. Kendi dışındaki sanatçıyı kendi standartlarına uyduğu, kendi ülkelerine hizmet ettiği ölçüde kabul eder.
Eğer kazara bizim Türkiye’den bir yazar Nobel Ödülü alacak olursa, benim kanaatim şudur ki; bu, o yazarın evrensel boyutlara ulaştığından değil, batının turistik heveslerini okşadığından ötürü olacaktır. **
Pamuk’a verilen ödül edebi olmaktan çok siyasi idi. Elbette ki Pamuk’un eserlerinin bir edebi değerinden bahsedilebilir. Ancak edebi ve bilim değeri olan başka insanlar da vardı. Örneğin; Yaşar Kemal, Oktay Sinanoğlu…
Ama bu kara leke Pamuk’a verilen Nobel Edebiyat Ödülü'ne damgasını vurdu. İlginç değil mi? Ödül sistemi karşılığını almadan ödüllendirmiyor. Haliyle tartışmalar da gırla gitti ve halen de devam ediyor aslında.
Nobel Edebiyat Ödülü'nde benzer durum bu yıl da yaşandı. Ve bu yıl (2019) açıklanan Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Avusturyalı yazar Peter Handke oldu.
Ödülün bu isme verilmesi sebepsiz değil! Sistem burada da avansını aldı deyim yerindeyse. Bu sefer siyasi olmanın ötesinde bir anlamı vardı Nobel Edebiyat Ödülü'nün. Ödülü veren İsveç Akademisi’nden isimler bile bu ödüle karşı çıktı.
Öyle ki İsveç'in başkenti Stockholm'de farklı ülkelerden bir araya gelen gazeteci ve akademisyenler, Srebrenitsa'da yaşanan soykırımı inkar eden Peter Handke’den Nobel Edebiyat Ödülü'nün geri alınmasını bile istedi.
Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de bu ödüle tepkisini koydu ve bizzat cumhurbaşkanı tarafından sert bir dille eleştirildi.
Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu bazı ülkeler bu yılki edebiyat ödülünün Handke'ye verilmesini protesto ederek törene temsilci göndermedi.
Stockholm'deki ödül töreni öncesinde dışarıda toplanan bir grup, Bosna Hersek’te işlenen soykırımı inkar eden ve her fırsatta eski Sırp lider Slobodan Milosevic’e duyduğu hayranlığı dile getiren Avusturyalı yazar Peter Handke’ye ödül verilmesini protesto etti.
Geniş güvenlik önlemlerinin alındığı gösteride, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi'nin kararını gözden geçirmesi talep edildi.
Lakin sonuç değişmedi ve 10 Aralık 2019 günü İsveç'in başkenti Stockholm’de düzenlenen törenle ödüller sahiplerine verildi.
Bilindiği gibi 1990’lı yıllarda Avrupa’nın göbeğinde Sırplar tarafından Bosna’da yaşayan Müslüman Boşnaklara soykırım yapıldı. Yüzbinlerce Boşnak genç katledildi, kadınlar tecavüze uğradı, çocuklar yetim bırakıldı.
Kelimenin tam anlamıyla ‘soykırım’ yapıldı. Uluslararası Adalet Divanı bile bu yaşananları ‘soykırım’ olarak niteledi.
Bütün bu olanların müsebbibi Sırp ordusunun baş komutanı ‘insan kasabı’ lakaplı Ratko Miladic, Bosnalı Sırpların o dönemki lideri Radovan Karadziç ile dönemin Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç idi. Daha sonra Miloseviç mahkemede yargılandı ve hapishanede öldü.
İşte bu yıl (2019) Nobel edebiyat ödülüne layık görülen Peter Handke, bu üç caninin, özellikle de Slobodan Miloseviç’in hayranı, destekçisi. Yani Handke, bütün dünyanın kabul ettiği Bosna’da yaşanan soykırımı inkar eden bir isim.
Peter Handke, Sırbistan'ın savaş suçları işlemiş olan cani lideri Slobodan Miloseviç'e açık açık destek verdi. Ayrıca cenaze merasimine katıldı ve burada yaptığı konuşmada; ‘Yugoslavya için, Sırbistan için, Miloşeviç için buradayım’ diyerek desteğini yineledi.
Evet tam da böyle!... Ne edebiyat ki ne edebiyat!...
Kültür-sanat-edebiyat ve ödül
Gelelim bizdeki kültür-sanat-edebiyatın ödül hallerine!
İşin doğrusu bizdeki durum da yukarıda anlatılanlardan pek farklı değil. Bir defa objektif, liyakatli, adaletli… bir ödül mekanizmamız yok maalesef.
Her kurum, kuruluş kendi cephesinden ve daha çok kendi mahallesine yönelik bir ödüllendirme içerisinde. En tepeden en alt kademeye kadar kültür-sanat-edebiyat alanında ve dahi diğer alanlarda verilen ödüllerin kahiri ekseriyeti tarafgirlik asabiyesi ile veriliyor.
Ödül sisteminde sanatçının yaptığı yayın ve içeriğinden çok, dost-ahbap ilişkisi ağır basıyor. Hal böyle olunca da ülkemdeki kültür-sanat-edebiyat ödüllerinin de bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor.
İşte tam da nedenle verilen ödüller pek heyecanlandırmıyor insanı. Öyle ki ‘ödül almak mı, almamak mı daha kıymetli?’ demeden edemiyor insan.
Bu anlamda ödüllendirmenin bu klasik boyutundan daha özgün bir forma kavuşmasında fayda vardır. Yani ödül mantalitesinin de değişmesi gerekiyor artık. Ahlaklı, liyakatli ve de adaletli ödüllendirme yani…
Tabii ödüllendirmeden de önce, ödüle değer ürünler, gayretler olmalı. Çünkü kültür-sanat-edebiyat adına çorak bir dönem yaşıyoruz. Ve bir an önce bereketlendirilmesi gerekiyor. Sanırım bugün kültür-sanat ve de edebiyat alanında en hayati mevzu da budur.
Bu nedenle de devlet yöneticilerine düşen en önemli görev; bu toplumun genlerine uygun kültür-sanat-edebiyat iradesi beyanıdır. Tabii sadece devlet denen aygıtın kültür-sanat-edebiyat irade beyanı da yetmez, özellikle sivil toplum kurum ve kuruluşları da bu çalışmada önemli yere sahiptirler.
Onlara da alan açılmalıdır. Ve en önemlisi de kültür-sanat-edebiyat alanında faaliyet gösteren kişi ve kuruluşlara özgür bir ortam oluşturulmalıdır.
Maalesef bugün kültür-sanat-edebiyat, turizme sığıntı bir hale getirilmiştir. Bu durumun öncelikle düzeltilmesi gerekir. Yani en üst düzeyde devletin bağımsız kültür biriminin yani bakanlığının oluşması ve işin ehline tevdisi şarttır.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri sahiplerini buldu.
Bu yıl 'edebiyat' alanında Nuri Pakdil; 'müzik' alanında Mazhar-Fuat-Özkan; 'sinema' alanında Mesut Uçakan; 'resim' alanında Devrim Erbil; 'geleneksel sanatlar' alanında Fuat Başar; 'mimarlık' alanında Doğan Kuban; 'sosyal bilimler' alanında ise Ahmet Yaşar Ocak ödül sahibi oldu.
Bu yılki 'vefa ödülü ise; A. Haluk Dursun'a verildi.
Sinema dalında ödülle layık görülen Mesut Uçakan bir söyleşisinde bu ödül ile alakalı adeta sitem edercesine şöyle demişti;
Biz Türk sinemasında ilk çıktığımız yıllarda çok itildik, kakıldık, ötelendik, dışlandık, hırpalandık, adamdan sayılmadık, mürteci, yobaz sayıldık.
Hep toplumun dışında tutulduk. Daha sonra 28 Şubat süreci yaşandı. Orada kendi dava arkadaşlarımızın çarpıldıklarını, yamulduklarını, sekülerleştiklerini gördük. Bir de onların taş atmaları çıktı karşımıza. Bu yüzden ödül mekanizmasına çok inanmadım, çok da (ödül) bekler halde olmadım.
Mesut Uçakan devamla; ‘Ülkenin en yüksek makamından ve makam adına, son derece kariyerli, seviyeli ve güçlü, entelektüel bir ekipten ödül geldiği zaman onur duymamak mümkün değil’ demesi ise bir gönül almaca ve de teşvikti aslında.
Netice…
Diğer alanlarda olduğu gibi kültür-sanat-edebiyat alanında da ödüllendirme hem teşvik hem de imkan oluşturma anlamında kayda değer bir mekanizmadır.
Ancak bu ödüllendirmenin de hakkaniyet ölçüleri içerisinde ve olabildiğince bütün kesimleri içine alacak şekilde olması gerekiyor.
Sadece devlet eliyle değil diğer kurum ve kuruluşlar marifetiyle de yapılacak ödüllendirmelerin mutlaka bağımsız komisyonlarca yapılması, işin ehline tevdi edilmesi son derece önemlidir.
Temennimiz; kültür-sanat-edebiyatta öncelikle nitelikli eserlerin vücuda gelmesi için gerekli ortam ve desteğin olması; akabinde de hakkaniyetli ödüllendirme sisteminin gerçekleştirilmesidir.
…
*(Aslında Bir Sanat Var, Sadettin Ökten, Tuti Kitap)
**(İsmet Özel, Mavera Dergisi, Şubat 1977 Sayı:3)
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish