Yas günlerinden sonra: Ölüm Senden Bir Şey Aldığında Onu Geri Ver

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Twitter - @EverestKitap

Bir kaçınılmaz sonla tüm canlıların bu dünyadaki yaşamına son veren ölüm, ardında bilinmeyen ve çözülmeyi bekleyen sorular bırakır.

Bedenlerde ikamet eden ruh çekilip gittiği an, gövde de dünyayı ve insanı terk etmiş olur artık.

Geride kalanların duygularına, düşüncelerine, rüyalarına ve varoluşsal sorgulamalarına sirayet eder.

Asıl soru şu: Ölen kimdir? Giden midir, kalan mıdır?

Bu soru elbette geniş hacimli bir cevaba muhtaçken, hiçbir cevaba kavuşmaması da o denli mümkündür.

Nitekim felsefeden dine, edebiyattan sinemaya, mitolojiden kültürel ritüellere dek bir sorgulama ve ölümden sonra geliştirilen bir yaşam biçimi önümüze çıkar.

Hayati olanın ve hayati olmayanın çarpışması eşliğinde geride kalmış olan birey, zayiatını bir tür terbiye olma duygusuyla düzenlemeye kalkışır.

Ama bireyin görmediği ya da görüp de kavramlaştıramadığı yas sürecini felsefe konu edinerek, anlam ve karmaşayı evrensellik boyutunda üstlenerek irdeler.

Kaçınılmaz sonluluğun aktif hakikati karşısında, ölenin ölümsüzlüğü fikri böylece hayattaki şansını kullanır ve yaşamasız bir yaşamda ad bulur.

Biyolojik yaşamın ötesinde bir yerde durur ölü. Dinlerin, öte dünyadaki yaşamın sürdüğü yolundaki kararlılıkları karşısında ise felsefenin yönelttiği sorularda ve yaptığı yorumlarda makulü bulma çabasıyla karşılaşılır.

Felsefe, soyut düzlemde vardığı saptamalarla ölüyü yaşamın temsiliyetine kavuşturur.

Burada da felsefecilerin ölüm üzerine değil, yaşam üzerine kurguladıkları tefekkür görünür kılar kendini. Yine de felsefe, bu durumun tam tersi bir durumda da karşımıza dikilebilir. 


Yaşayan kişi, ölümle nasıl başa çıkabilir?

Yaşamın anlamını keşfederek mi, dinlere inanarak mı, yoksa ölümün olgusallığını kabul ederek mi?

Bireyin yaşamı boyunca çalkalanıp durduğu hayatın gölgesinde elbette ki kendine sorduğu sorular, bulduğu cevaplar ya da hayattayken giriştiği eylemler onu hem hayata daha yakın kılmış hem de hayattan daha da uzaklaştırmıştır.

Friedrich Nietzsche, dinin diğer dünyadaki yaşam vaadinin insanları düşünmekten alıkoyduğunu ve hayatı anlamsız kıldığını öne sürerken, yaşamdan alınabilecek anlamın güç istenciyle oluşabileceğini savunur.

Ölümün kaçınılmazlığı ve ölümlü oluşumuzu kabul etmenin, yaşam enerjisi kazanmanın bir ölçütü olduğunu vurgular.

Nietzsche, Antik Yunanları işaret ederek, onların ölüm ve acı çekmeyi insanın varoluşsal temel parçası olarak kabullenmeleriyle birlikte ölümle sanat aracılığıyla baş ettiklerini dile getirir.

Ölüm hakikatinin kabul edilmesi gibi, ölümden sonraki süreçte kalanların yas sürecini üretim perspektifiyle geçirmeleri, yüzleşmenin boyutuna götürür.

Yaşamdayken ölüm duygusunun geliştirdiği kaygı, doğum nasıl yaşamın bir parçasıysa ölüm de yaşamın bir parçası olarak kabul gördüğünde, yaşamın anlamına erişilmiş olunur. 


Ölüm duygusunu ve sorgulamalarını bırakıp geride kalanın yas sürecine geldiğimizde ise yüzleşme ve acıyla yaşamayı öğrenme arzusu ortaya çıkar.

Bitmez tükenmez bir acının ağırlığı altında, geçmiş ile şimdinin fotoğrafı çekilir. Kişisel bir yas ritüeli, kişinin bir kuyuda yaşama çabasına dönüşür.

Karanlığa, kelimesizliğe, kimsesizliğe yatkın bir yaşam biçimi. Kimi zaman da katılarak, eşeleyerek, dağıtarak yapılan bir eylem.

Yasın yarattığı yaşam duyumsaması ya da yaşam duyumsuzluğu, içeriye açılan bir pencere arzusuyla rekabete girer.

Ölünün yüzüne, sesine, kokusuna ve hareketlerine duyulan özlemin ağırlığı altında, sessizlik ve dilsizlik bu pencere yoluyla nefes alır.

Kendi yaşam ölçütlerine göre tasarlanmış bir pencere: Taştıkça taşan, sarktıkça sarkan, boğuldukça boğulan, görüldükçe görülen, kapandıkça kapanan…

Geride kalanın hayattayken yaşadığı ölüm fragmanları görülür. Geride kalanın ölümü seyredilir.

Günler ilerledikçe, gövdesinde hiçbir değişiklik olmadan, dünyada yer edinen ama ruhunu kaybeden bir ölü.

Her şey akıp giderken, ölünün bıraktığı gözler, anılar, nesneler yaşayanın ölümünü çoğaltır. 
 

 

Ölüm senden bir şey aldığında onu geri ver

Naja Marie Aidt, 'Ölüm Senden Bir Şey Aldığında Onu Geri Ver-Carl'ın Kitabı' metninde, oğlunun ölümünden sonraki yas sürecine odaklanır.

Kişisel yas sürecinin buhranlarını, acılarını, çıkmazlarını ve izdüşümlerini, hem kişisel olanla hem de edebi eserler yoluyla ifade eder.

Bu kitap, bir yüzleşme kitabından çok kişisel yas sürecinin ilerleyişi, dönüşümlerle birlikte kişide yarattığı etkiye iner.

Türlerarası geçişlerle, melezleşen, ardı ardına metni birkaç koldan yürüten Naja Marie Aidt, kitaba olan bakışın yerini sürekli değiştirir.

Bu bakışın değişmesi, aynı zamanda yeni bir bakışın eşlik etmesiyle öte tarafa gözlerimizi fırlattığımızda yeni anlamlar çıkarır.

Hiçbir şeyin bitmediği, yüzeyden derine indikçe ayrıntıların içinde gizlenmiş hakikatler olduğunu çağrışımlar ve metinlerle gösterir.

Oğlunun ölümünden önce kaleme aldığı şiir, hem metne adını verir hem de metnin tüm fikrini kapsar.

Ölüm senden bir şey aldığında
Onu geri ver
Ölenden, ölen yaşıyorken
Ölen senin kalbinken
Aldığın şeyi 
Geri ver
Onu bir güle ver, bir kıtaya, bir kış gününe
Başlığının karanlığından seni izleyen 
Bir çocuğa ver.

Ölüm senden bir şey aldığında 
Onu geri ver
Ölenden, siz yağmurda kar altında öylece dururken 
Güneş altında ve ölen yaşıyorken
Ve sanki sana
Hatırlamadığın onun da unuttuğu ve 
Üzerinden sonsuz zaman geçmiş
Sonsuz zaman geçmiş
Sana bir şey soracakmış gibi
Sana yüzünü çevirmişken 
Aldığın şeyi
Geri ver.

 

naja.jpg
Naja Marie Aidt / Fotoğraf: Mikkel Tjellesen

 

Nietzche'nin Antik Yunanlıların ölüm fikriyle, ölümün kendisiyle doğrudan yüzleşme ve kabullenmeyle bir eylem geliştirmelerini sanatsal üretime bağlaması, Naja Marie Aidt'in yas süreciyle ilgili doğrudan bir temas noktası geliştirilebilir.

Fakat Naja Marie Aidt, metnin ilerleyişinde yas sürecini günlüklerle, şairlerle anlatmaya çalışırken kelimelerin bu durumu ortadan kaldırmaya yetmediğini, bazen kelimelerin anlamsızlaştığını, her şeyi daha da zorlaştırdığını ifade eder.

Bu nedenle, yas sürecinin biricikliğinde harmanlanan bu ağır duygu durumu, sadece günlerin geçişiyle gelen ilişkilendirilmiş yas pasajları olarak bizi karşılar.

İmkansızla imkanlar yaratılmış olsa dahi, bu imkân aşılmaz kriterlerde yasa muhatap olanı hapseder.

Arınma, kaçma, yüzleşme ya da sonuna kadar yaşama isteğiyle yanıp kavrulmuş bir eylem içerisinde bulunmanın alternatif yollarını yaratmaktan çok, var olan yolları da kapatır.

Nitekim yazar da bunun farkında olarak şunu belirtir: 

Yazı açılır ve tüm yetersizliğini, yazılamayanların içinden dışarı döker. Ölümün içinde eriyip durduğu bir delikten. Saf kederi özenle yazmak mümkün değil. Ona uyan bir biçem yok. Gerçek hiçbir şeyi, var olmayan yaşamı yazmak. Nasıl? Bilinmeyeni, sessizliği, hepimizin karşılaşacağı şeyi yazmak, nasıl? Duygusallıktan kaçınmak isterseniz acı, cümleleri tam ortasından keser. Sözcükler yetersiz ve cılız salınırlar satırlarda; satırlar, oldukları yerde bıçakla kesilmiş gibi biter. 


Duygunun yazıda aşınmaya uğrama ihtimalini gözeten Naja Marie Aidt, bu durumu ortadan kaldırmanın yolunu kurgusal bir düzleme yaklaşarak bertaraf etmeye çalışsa da, hakiki olanın biricikliğinden kurtulamaz.

Hakiki olan yastır, ölümdür, olmuş olanın gerçekliğidir. Bedeni ölen oğlunun yasını ancak yaşayan bedeninde ruhunun ölümünü hatırlayarak yaşama tutunur Naja Marie Aidt.

Ve bunu yaparken, ölüm ve yas süreci arasındaki doğurgan zamanı alıntılarla harmanlar. Durmuş, ses çıkarmayan, parlak, henüz parçalanmamış bir saati anımsatır yasta olanın hali.

Bu saati çalıştırmak ve harekete geçirmek için öz okuma tarihinden el alarak kendi metniyle iç içe geçirir:

Ani bir ölüm, arkada kalanlar için, zamanın 'akışına' öyle bir darbe vurur ki zaman durur ve yavaşça bir yerde birikmeye başlar. Bildiğimiz, devamlı ileri doğru seyreden, o eski zaman şeridi artık insanı içinde tutan dev bir bilyedir. İnsan, kenarları olmayan bir dairenin içinde yaşamaya başlar.


Evlattan yana yetim kalan şair Naja Marie Aidt, yas günlerini yazıyla anlatabilme sınırını yine yazının verdiği güç ve elinden aldığı imkân dahilinde sunar.

Oysa bilinir ki, ölüm dili öldürür, yok eder. Ancak ve ancak dilin ölümünü ve yok edilişini anlatmaya yetebilir kelimeler.

Ama yine de kendini yas sürecinde yok etmeye talip biri dili yeniden ortaya çıkarabilir. Bu nedenle Carl'ın Kitabı'nın kazıdığı iki soru var:

Yazı her şeye yetebilir mi?

Her şeye yeten, aynı zamanda her şeyi anlatmış olur mu? 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU