Erdoğan-Putin Soçi Zirvesi: Fırsatlara odaklanma zamanı

Prof. Dr. Hasan Ünal Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: tccb.gov.tr

Bu satırlar yazılırken (2 Ağustos Salı akşamı) şimdilik kaydıyla Tayvan krizi askeri bir çatışmaya dönüşmeden kapanacağının işaretlerini veriyordu; ancak bölgedeki gerginliğin artarak devam edeceği; Çin'in yarı askeri, ekonomik, ticari ve başka alanlarda vereceği karşılıkların hem güneydoğu Asya'yı hem de bütün dünyayı bıçak sırtında tutmaya devam edeceği açık.

Rusya'nın Çin'e destek veren açıklamaları sonuç itibarıyla beklenen türden olsa da dünya düzeninin ve güç dengesinin hızla çok kutupluluğa dönüştüğünü teyit etmesi açısından önemli. 

Giderek şekillenen çok kutupluluk Türkiye gibi orta büyüklükteki ülkelere izleyecekleri politikalara göre bir yandan fırsatlar sunarken öte yandan da sorunlar getirecek gibi görünüyor.

Türkiye'nin dış politikasındaki dağınıklıktan hızla kurtulmakta olması ve dış politikanın son iki yılda ciddi bir değişime tabi tutulması Ankara'nın önündeki fırsatları gayet somut hale getirmiş durumda.

Bir yandan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi adeta kanlı bıçaklı olduğumuz devletlerle uzlaşma/normalleşme öte yandan da Mısır ve İsrail ile ilişkilerin hızla toparlanması Türkiye'ye yeni fırsatlar sunarken daha önceki yıllarda izlenen yanlış politikaların oluşturduğu tehditleri de ortadan kaldırmış görünüyor.


Dış politikada toparlanma 

Örneğin 2020 yılının ikinci yarısında önce Mısır ile Libya'da sonra da Yunanistan ile Ege ve Doğu Akdeniz'de giriştiğimiz diplomatik/askeri krizlerde neredeyse bütün bölge ülkelerinin Türkiye karşısında tavır almış olması sürdürülemez bir durumdu.

Onlarca yıl boyunca iyi ilişkiler içerisinde bulunduğumuz Mısır ve İsrail gibi devletlerin askeri manada Yunanistan'ın yanında yer alacak kadar Türkiye karşıtı hale gelmeleri/getirilmeleri ve buna ilaveten Suudi Arabistan ve BAE'nin Ankara'ya gözdağı verir gibi Yunanistan'ın Girit Adası'nda yapılan tatbikatlara F-15 uçaklarıyla katılmaları yanlış ve sürdürülemez dış politikanın en belirgin işaretleriydi.

Şimdilerde o günler geride kalmış görünüyor. Söz konusu ülkelerin Erdoğan hükümetine duydukları güvensizlik ve Yunanistan/Kıbrıs Rum Kesimi'yle önceki yıllarda başlattıkları ilişkilerin tortuları bir süre daha devam edecek gibi görünse de sonuçta bu devletlerin bir Türk-Yunan çatışmasında askeri manada karşı tarafın yanında olması ihtimali oldukça zayıf hale geldi.


Değişim sırası Suriye politikasında

Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Suriye konusunda izlenen yanlış çerçeveli politikada ısrarcı olmamızdan dolayı bir yandan ağır bir maliyet ödemeye devam ederken, öte yandan da bazı fırsatları tepmiş oluyoruz.

Suriye hükümetini meşru görmemek esası üzerine kurulu mevcut yanlış/hatalı politikamız gerçeklerden tamamen uzak; çünkü en son Tahran Zirvesi Bildirisi'ne de koydurduğumuz gibi BM Güvenlik Konseyi'nin 2254 sayılı kararına göre Suriye'nin yeniden yapılanmasını istiyoruz.

Bunu da şöyle ifade ediyoruz: Önce çatışmasızlık olmalı, ardından Suriye için yeni bir anayasa hazırlanmalı, bu arada geçici bir hükümet kurulmalı ve bu hükümette mümkünse Esat dediğimiz yönetim olmamalı ve uluslararası gözlemcilerin denetiminde seçimler yapılarak yeni bir yönetim iş başına gelmeli. 

Sahadaki gerçekler savaşı Esat dediğimiz Suriye'nin büyük ölçüde kazandığına işaret ediyor. Bu süreci geriye çevirmek hem ulusal çıkarlarımız açısından zararlı hem de mümkün değil.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu savaşa Suriye hükümetini karşımıza alacak şekilde dahil olmamız ve bütün imkanlarımızı Şam yönetimini devirmek için kullanmamız zaten yanlıştı; çünkü 1998 yılından itibaren Suriye ile dostane ilişkilerimiz mevcut hükümet zamanında adeta bugünkü Azerbaycan ile münasebetlerimiz derecesinde kardeşcesineydi.

Böyle bir yönetimi devirmeye kalkışmanın Türkiye'ye ne faydası olabilirdi?

Bugünkü Suriye yönetimini zayıflatma siyasetimiz söz konusu hükümeti devirmeye yetmez; orta vadede PKK/PYD'nin etnik temizlik yoluyla kontrolü altına aldığı topraklarda kukla bir devlet/yönetim olarak tutunmasına sebep olur ve bu senaryolarda Türkiye'nin ulusal çıkarına hizmet edecek hiçbir şey yoktur/olamaz.

Dolayısıyla Suriye politikamızın toptan gözden geçirilmesine ihtiyacımız var.

Bunu Rusya ile bir vizyon belirleme şeklinde yaparsak hem bölge istikrarının Türkiye lehinde oluşmasını sağlamış oluruz hem de önemli somut kazanımlar elde edebiliriz.


Putin'le pazarlık nasıl olmalı?

5 Ağustos Cuma günü iki liderin Soçi'de yapacakları görüşme fevkalade önemli sonuçlar doğurabilir.

Bu görüşmeyi Türkiye-Rusya ilişkilerini Kırım konusuna endeksleyerek Ankara-Moskova hattında gereksiz derecede tansiyon oluşmasına sebep olan önceki yılların politikalarına son veren 29 Eylül 2021 tarihli ve iki liderin yine Soçi'de yanlarına kimseyi almadan yaptıkları görüşmenin devamı şeklinde görmek yerinde olur.

O görüşmeye giden günlerde Türkiye ile Rusya arasında sanki 2020 yılının ilk günlerinde patlak veren ve yaklaşık iki ay boyunca Ankara-Moskova hattını neredeyse savaşın eşiğine getiren krizin bir benzeri geliyormuşçasına haberler yapılmaktaydı.

Soçi görüşmesi bütün bu gereksiz tırmanmaya son verdiği gibi Türkiye'nin çıkması muhtemel Ukrayna savaşında nasıl dengeli/dikkatli bir politika izleyeceğinin de adeta habercisi gibi oldu.


Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Putin ile bu defa yapacağı görüşmede yeni bir vizyon oluşturulması için şartlar çok daha uygun.

Örneğin Rusya, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'ni düşman ülkeler olarak ilan etmiş durumda. Bundan faydalanmaz ve fırsatları kaçırırsak tarih bizleri affetmez.

Rusya KKTC'nin tanınması fikrine oldukça yaklaşmış görünüyor. Bu, sadece bu kriz vesilesiyle Yunanlara ve Rumlara duydukları kızgınlıkla alakalı değil. Meselenin Rusya açısından gayet stratejik bir de altyapısı bulunuyor. 


Örneğin Kıbrıs sorununun herhangi bir anlaşmayla tek devlet esası üzerinden çözümünün adayı otomatikman AB toprağı yapacağını hatta böyle bir çözüm ancak ve ancak Türkiye ile AB-D ve İngiltere arasında bir uzlaşmayla gerçekleşeceğine göre, bunun, adanın NATO'ya katılmasıyla sonuçlanacağını da biliyor ve görüyorlar.

NATO'nun Doğu Avrupa'da genişlemesine karşı kıyasıya bir mücadeleye tutuşmuş hatta savaşa girmiş bir Rusya'nın Doğu Akdeniz gibi önemi/değeri sürekli artan bir bölgeyi doğrudan kolaçan etme kabiliyetine sahip stratejik ve Suriye'deki üslerinden sadece yüz kilometre uzaklıktaki bir adanın NATO üyesi olmasını istemeleri akla ziyandır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Putin ile Suriye'de barış ve KKTC'nin Moskova tarafından tanınması üzerinden genel bir vizyon geliştirmesinin önünde hemen hemen hiçbir engel kalmamış görünmektedir.

Böyle bir yeni ve kalıcı vizyona ABD başta olmak üzere Batı dünyasının karşı çıkma potansiyeli azalmıştır.

Kaldı ki, AB-D ve İngiltere'nin politikaları yüzünden çıkmaz sokağa dönüştürülmüş olan Kıbrıs sorunu konusunda güya müttefikimiz olan Batılı ülkelerin söyleyecekleri bir şey kalmamıştır; çünkü bugüne kadar uluslararası toplumun tarafların önüne koyduğu bütün çözüm önerilerini reddeden Rumlar olmuştur. 


Suriye barışı

Suriye'nin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kuracak şekilde bir barışa kavuşturulması da Rusya açısından önem arz ediyor.

Aslında bu konuda Türkiye'nin ulusal çıkarları ile Rusya'nın Suriye politikaları arasında fazlaca sorunlu bir alan da kalmamış gibi görünüyor.

Suriye hükümeti anlaşarak/uzlaşarak 1998 yılında imzalanan ve 2010 senesinde gözden geçirilen Adana Mutabakatı günlerine geri döndüğümüz zaman neredeyse bütün güvenlik kaygılarımız ortadan kalkacaktır; çünkü o zaman Suriye ile Türkiye teröre (PKK/PYD ve türevleri) karşı ortak mücadeleye tekrardan başlamış olacaklardır. 


Türkiye'nin Suriye topraklarına operasyon yapmasına, kontrolü altına aldığı/alacağı topraklara bina yapmasına, nüfus yerleştirmesine vs. gerek kalmayacaktır; çünkü PKK/PYD ve onlara destek veren Amerika'nın varsayımı Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin hiçbir zaman ve zeminde Esat dedikleri Suriye hükümeti ile anlaşmayacağıdır.

Bu varsayımı kırdığımız anda karşı tarafın psikolojisi altüst olacak ve çok kutuplu dünya düzeninde ABD bu bölgede varlığını devam ettiremeyecektir.

Türkiye Adana Mutabakatı benzeri bir düzenlemeyi Rusya ile de yapabilir. Böyle bir uzlaşmanın sonucunda Türkiye kontrolündeki Suriye toprakları kademeli bir şekilde Şam yönetiminin egemenliğine devredilirken Ankara-Şam arasında sığınmacıların geri gönderilmesine ilişkin imzalanacak bir teknik anlaşma ile bu insanlar hızla ülkelerine gönderilebilecek ve Suriye'nin de KKTC'yi tanıması mümkün olacaktır.

Mevcut Suriye politikasında ısrar Tahran Zirvesi'nde de görüldüğü gibi hem İran hem de Rusya ile ilişkilerimize zarar verebilir.


Öte yandan Rusya ile bu çerçevede varılacak bir uzlaşmanın karşılığında Kırım'ın Rusya'ya ait olduğunu tanımak vs gibi yükümlülüklere de gerek olmadığı anlaşılıyor; çünkü Rusya tarafı bu konuda üçüncü tarafların resmi tavır almasından yana görünmüyor.

Kırım'ı kendi toprak bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü için bu konunun üçüncü devletlerin tanıması/tanımaması gibi bir tartışmaya açık hale gelmesini istemiyorlar ki, bu da oldukça anlaşılır bir şey ve bizim için daha iyi.

Kırım ile bugünlerde hava/deniz ulaşımı sağlamanın da pek uygun olmayacağı düşünülürse, bizim bu konuda yapacaklarımız Kırım'daki üniversiteler ve diğer eğitim kurumları ile Türkiye'deki karşılıkları arasında işbirliği anlaşmaları yapılmasına izin vermek gibi konular olarak görünüyor.


Rusya ile oluşturulacak yeni vizyon Kafkaslar'dan Orta Asya'ya önümüzü daha rahat görmemizi ve Moskova ile şeffaf ilişkiler içinde Türk Dünyası ile ilişkilerimize ivme kazandırmamıza sağlar.

Özellikle Yunanistan ve Rum Kesimi'ne karşı olağanüstü bir üstünlük elde etmiş oluruz. Rumlar ve Yunanistan'ın Rusya limanlarından yaptıkları deniz taşımacılığının mümkün olduğunca Türk şirketlerine kaydırılmasına ayrıca katkı sağlar.

Ve bütün bunları yaparken hala NATO'da kalmamıza engel bir durumda oluşmaz. Batı'nın bize yönelik baskı gücünün/kabiliyetinin fevkalade azaldığı böyle bir dönemde bir ayağımız NATO'da iken çok kutupluluğun ruhuna uygun çok taraflı bir dış politikaya ihtiyaç olduğu kesin.

Ortodoks dayanışması/ittifakı vs. gibi hiçbir tarihi altyapısı bulunmayan boş lafların gerçekler karşısında adeta tuz buz olduğu böyle bir dönemde bakalım 5 Ağustos buluşması bütün bu açılardan tarihi bir zirveye dönüşebilecek mi?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU