1941 yılında Yunan mülteciler botlarla Türk sınırını aşıp Suriye'ye geçiyordu

Yunanlılar, İkinci Dünya Savaşı sırasında insani anlamda en büyük yardımı Suriyeliler ve Türklerden görmüş olmasına rağmen, bugünkü acımasızlıklarına anlam vermek son derece güç

Fotoğraf: Twitter

Bugün insanların kanıksadığı haberlerin başında; botlarla Yunanistan'a geçmeye çalışanların, Yunan kolluk kuvvetlerinin acımasız saldırısına maruz kalmasıdır.

Dünün mazlumlarının bugünün zalimlerine dönüşmesinin en pespaye örneklerinden birisi ile karşı karşıyayız.

Yunanlılar, İkinci Dünya Savaşı sırasında insani anlamda en büyük yardımı Suriyeliler ve Türklerden görmüş olmasına rağmen, bugünkü acımasızlıklarına anlam vermek son derece güç.

Botların batırılması, mültecilerin değerli mallarının askeri makamlarca gasp edilmesi ve şiddete maruz bırakılması günden güne normalleşiyor.

İşin belki de en acı tarafı tüm bu insani ihlallere karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ya da başka bir organın dişe dokunur bir dava açmamış olması. 

Nitekim Yunan makamlarının insanlık onurunu ayaklar altına alan uygulamasının uluslararası makamlarda yeteri kadar kınanmamış olması, göçmen krizi ile uğraşan diğer Avrupa ülkelerinin şiddete başvurmasına cesaret veriyor.
 

 

Son olarak İspanya polisinin 23 Faslı mülteciyi katletmesi Batı kamuoyu tarafından görmezden gelindi.

İspanyol basını olayı arbede şeklinde geçiştirirken görüntüler, Nazi katliamlarına rahmet okutacak cinstendi. 

Konumuzun asıl aktörüne dönecek olursak, Yunanlıların en başta kendi tarihlerine karşı son derece saygısız davrandığı görülecektir.

Almanların, 1940 yılında Yunanistan'a başlattığı harekât 1941 yılında tamamlanmıştı.
 

Yunanistan'ın işgali.jpg
Yunanistan'ın işgali

 

Yaklaşık 8 ay süren bu saldırının sonucunda binlerce sivil, savaşın getirdiği yıkım ve açlık sonucu hayatını kaybetmişti. 

Artık Yunanistan işgal altında olan bir ülkeydi ve her yer ateş hattıydı.
 

 

Büyük bir kıtlık yaşayan yarım adadan kaçmak hayatta kalmanın en güvenilir yoluydu.

Kurtuluşa giden rota Anadolu'dan başlıyordu. Türkiye'nin Ege sahillerine çıkmayı başaran mülteciler ya Türkiye'de kalıyordu ya da Türkiye'den başlayan rotaları Suriye, Filistin, İran veya Mısır yoluyla Afrika içlerine kadar ilerleyebiliyordu.

Bu yolculukların sonunda karaya ulaşmayı başaran Avrupalı mültecilerin çoğu, özellikle Türkiye ve Suriye'de büyük bir misafirperverlikle karşılanıyordu; fakat Akdeniz mültecileri yutan bir canavar gibiydi ve bu yolculukların hepsi mutlu sonla bitmiyordu.
 

 

The Empire Patrol Faciası

1945 yılına gelindiğinde Almanya'nın savaşı kaybedeceği artık bir sır değildi; fakat hala işgal altında tuttuğu Yunanistan gibi ülkelerde Alman zulmü de artmıştı. 

İngiltere bu süreçte, Almanlar bölgeden tamamen temizlenene kadar, Yunanistan'dan kaçan mültecilerin güvenli topraklar olarak kabul edilen Ortadoğu'ya ulaşmalarını koordine ediyordu.

Bu bağlamda İngiltere, Yunan sahillerinden siviller ve politik suçlu olarak kabul edilen kişileri gönderdiği irili ufaklı gemiler vasıtasıyla kurtarmaya çalışıyordu.

"The Empire Patrol" da bölgeye gönderilen eski ve küçük bir gemiydi.

Çoğu kadın ve çocuk yaklaşık 500 yolcu bu gemiye karga tulumba bindirildi.

Geminin rotası Filistin'di, fakat denize açıldıktan kısa bir süre sonra Alman hava kuvvetleri The Empire Patrol'a ateş açtı.

Çıkan yangında 33 yolcu yanarak can vermişti ve bunların 14'ü çocuktu. 

The Empire Patrol tecrübesi ve nicesi gösteriyordu ki güvenli bir şekilde Yunanistan'dan ayrılmanın tek yolu hava kuvvetlerinin dikkatini çekmeyecek küçük sal veya botlar kullanmaktı; fakat bu vasıtalar da dayanaksızdı.

Kolayca batıyor ve büyük facialara neden oluyordu.

Özellikle Türk sahillerine vuran Yunan cesetleri Türkiye halkında büyük bir üzüntüye sebep olmuş ve büyük bir yardım kampanyasının başlamasına neden olmuştu.

Yunanlıların "Büyük Açlık" dedikleri bu süreçte 3 binden fazla Yunanlı açlıktan ölmüştü; Türk halkı Yunanlı mültecilere kapıları açmakla kalmamış; tonlarca yardım malzemesi taşıyan gemileri Almanların öfkesini üzerine çekme pahasına Pire limanına ulaştırmayı başarmıştı.

Büyük riskler alarak Ege'yi geçen Türk gemilerinin isimleri şöyleydi;

Dumlupınar, Attila, Tavil Tunç, Konya, Erzurum, Adana, Tuna, Solvet, Yeni Kurtuluş, Aslan, Akanın, Zengin, Yılmaz, İstanbul, Güneysu, Şadan, Enginer, Kurtuluş ve Hasankale, Üçyıldız

Sayısız Yunan mülteciyi kabul eden Türkiye, 10 binden fazla politik suçlu kabul edilen mülteciyi ise Alman zulmünün insafına terk etmek yerine bugün çaresizce Yunanistan sınırlarını geçmeye çalışan Suriyelilere teslim etmişti.

Suriyeliler, Türkiye ve Yunan adaları üstünden gelen binlerce mülteciyi Halep'te kurulan büyük bir kampa yerleştirdi.

Üstelik bu kamplarda kalan Yunanlılar zanaatlarını sürdürebiliyor, kendi dillerinde eğitim alabiliyor ve dileyen bir mülteci istediği zaman ülkesine dönebiliyordu.

Bu süreçte batıdan gelen çoğunluğunu Yunan, Yugoslav ve Polonyalılardan oluşan savaşzede mülteciler Türkiye, Suriye, İran, Filistin ve Mısır'da kurulan mülteci kamplarına yerleştirilmişti.


Türkiye ve Batılı Mülteciler

Anadolu, 1878 yılından beri Balkanlar'dan gelen kitlesel göçlere alışıktı; fakat 1941 yılına kadar gerçekleşen bu göçlerde gelenler çoğunlukla Türk ve Müslüman'dı.

Oysa daha 20 sene evvel çetin bir savaş yaşadığı Yunanistan'dan kitlesel mülteci göçleri yaşandığında Türk halkı bu durumu ayıplamadı ve kapılarını Hıristiyan Yunanlılar, Ermeniler, Çingeneler ve Yahudilere açtı.
 

 

Devlet politikası mültecilere davranışlarda zaman zaman temkinli olsa da halkın mültecilere yönelik olumsuz bir davranışı söz konusu değildi.

Örneğin; bu süreçte Yunanistan'ın talebiyle 1000 yetim çocuğun getirilerek Baltalimanı'nda bulunan Damat Ferit Paşa Konağı'nda ağırlanması kararlaştırılmıştı.

1941 yılında Alman işgali tamamlandıktan yaklaşık bir sene sonra; yani 1942 yılında ölen sivil sayısı 320 bin kişiyi bulmuştu.
 

 

Böylesi korkunç bir tabloda Yunanistan'dan gelecek olan mültecilerin iyi koşullarda karşılanabilmesi için birçok şehre kamp kurulmasına karar verildi.

Yaklaşık 3 yılın sonunda 20'den fazla Türkiye şehri Yunanlı mülteci ile dolup taşmıştı.

Mültecilere kapılarını açıp kamp kuran şehirlerden bazıları şöyleydi;

Edirne, Aydın, Denizli, Niğde, Yozgat, Sivas…

Yalnızca Niğde'de bulunan Yunanlı mülteci sayısı 1631 kişiydi.

Ege Denizi'ni botlar ve sallarla geçerek Anadolu'ya ulaşan mülteci sayısı 1944 yılına gelindiğinde yaklaşık 40 bini geçmişti.

Bunun dışında Halep'te bulunan mülteci kampına sınır dışı edilen Yunanlı mülteci sayısı 10 bin 626 kişidir. 

Türkiye yalnızca sivilleri değil, savaş öncesinde başlayan süreçte Nazi Almanya'sının hışmından kaçan 40 bilim adamını da ülkeye kabul etmişti.

Albert Einstein 1933 yılında Başvekil İsmet İnönü'ye yazdığı mektupta şunları söylüyordu:

Ekselenasları,

OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum.

Sözü edilen kişiler, Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.

Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir.

Bu bilim insanları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum.

Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan,
Albert Einstein.


Başvekil İnönü ise cevaben yazdığı mektupta 40 kişiden fazlasını alamayacaklarını şu satırlarla bildiriyordu: 

Sayın Profesör, 

Almanya'yı idare eden kanunlar yüzünden artık bilimsel ve tıbbî çalışmalarını Almanya'da yürütemeyecek olan kırk profesör ve hekimin Türkiye'ye kabul edilmelerini isteyen 17 Eylül 1933 tarihli mektubunuzu aldım.

Bu beylerin hükümetimizin emirleri altında müesseselerimizde bir sene boyunca ücretsiz olarak çalışmayı kabul edeceklerini de not ettim. Teklifinizin çok cazip olduğunu kabul etmeme rağmen bu teklifinizi ülkemizin kanun ve nizamnameleriyle uyuşturma imkânı görmediğimi söylemek zorundayım.

Sayın Profesör, bildiğiniz gibi kırktan fazla profesör ve hekimi mukavele ile istihdam ettik. Bunların çoğu mektubunuzun konusu olan profesör ve hekimlerle aynı siyasi şartlar içinde bulunmakta ve onlarla aynı vasfa ve kapasiteye sahip.

Bu profesör ve hekimler halihazırda geçerli olan kanun ve nizamnamelere uyarak bizde çalışmayı kabul etti. Şu anda menşei, kültür ve dilleri açısından çok değişik üyeleri ihtiva eden ve hassas bir mekanizma olan bir organizmayı kurmaya çalışıyoruz.

Bu nedenle içinde bulunduğumuz şartlarda bu beylerden daha fazla sayıda personel istihdam etmemiz maalesef mümkün olmayacaktır.

Sayın profesör, isteğinizi tatmin edememekten dolayı üzüntülerimi bildirir, en derin hislerime inanmanızı rica ederim.


Elbette Türkiye'yi de köşeye sıkıştıran dış güçler ve içeride de güçlü pozisyonlarda bulunan çok sayıda yabancı düşmanı fanatikler bulunuyordu.

Karadeniz'den açılıp Filistin'e gitmeye çalışan Salvador gemisindeki Yahudilerin başına gelenler bir utanç vesikası olarak kayıtlarımıza geçmişti.

Geminin İstanbul Boğazı'nda motorları susmuş; ancak devlet fanatiklerin ve dış güçlerin tepkisinden endişe ederek bu savaşzedeleri ülkeye kabul etmeye yanaşmamıştı.

Sarayburnu'na çekilen gemide yüzlerce kişi vardı; ama ısrarla kabul edilmeyen mülteci gemisi İstanbul halkının gözleri önünde 12 Mart 1940 yılında battı.

Bu trajedide çoğu kadın ve çocuk olan 320 Yahudi mülteci hayatını kaybetti. 


Ortadoğu mülteci kampları 

İkinci Dünya Savaşı başladığında Almanlar, Polonya'da büyük bir kıyıma girişti.

Burada bulunan yüzbinlerce Polonyalı ülkesini terk etti.

Yine Yunanistan ve Arnavutluk önceleri İtalyan ardından da Almanların işgaliyle kitlesel göçlere zorlandı.

Bir başka Balkan devleti olan Yugoslavya ise Sovyet Rusya'nın baskıcı politikaları sonucu kitlesel göç hareketlerine tanıklık etmişti.

Göçlerin yönü çoğunlukla Ortadoğu'ya doğruydu. Bunun sebebi İngiliz kontrolünde olan bu coğrafya Alman tehlikesinin dışında bulunuyordu.

Anadolu'dan başlayan göç hareketi Halep, Kudüs, Kahire ve Kızıldeniz üzerinden Aden'e kadar uzanabiliyordu.

Türk toprakları olan Çeşme'de başlayan yolculuk bazen Aden'in de ötesine taşıp Tanzanya'ya kadar gidebiliyordu.

Avrupalı mültecilerin en yoğun yaşadığı bölge Türkiye idi; fakat özellikle politik suçlu olarak kabul edilen mülteciler Halep'i tercih ediyordu.

Bunun en önemli sebebi Suriye'nin ülkeleri olan Yunanistan'a yakın bir bölge olmasıydı, yani Yunanlı mülteciler ülkesinden uzaklaşmak istemiyordu. 

Yunanlıların dışında Arnavut, İtalyan ve çok sayıda Yahudi mültecinin tercihi ise Filistin ve Mısır'dı.

Kudüs bölgesinde 1, Mısır'da ise yaklaşık 4 büyük mülteci kampı bulunuyordu.

Bu kamplarda bulunan Batılıların çoğu savaş sonunda ülkesine dönmüştü, yalnızca Mısır'a yerleşen komünist mülteciler savaş sonunda birtakım zorluklar yaşamıştı.

Bu kamplarda kalan mülteciler de Halep'te olduğu gibi yerli halkın misafirperverliği ile karşılanmıştı.

Yerel halk kendilerine sığınan bu mültecilerin gıda, giysi ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmuştu.

Bu kamplarda kalan Avrupalı mülteciler kendi ana dillerinde eğitimlerini gerçekleştirmiş, yalnızca El Shatt denilen kamp çöle yakın bir bölgede inşa edilerek kampta kalanlar dikkatle izlenmişti.

Bunun sebebi kampta bulunan kişilerin Yugoslavya'dan gelmiş komünist fikirli kişiler olmasından ileri geliyordu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Batılı mülteci dalgasına maruz kalan bir diğer Ortadoğu ülkesi de İran'dı.

SSCB yaklaşık 1 milyon Polonyalı sivili Ural Dağları bölgesinde bulunan çalışma kamplarına göndermişti; fakat Almanların SSCB'yi işgal etmesi riskine karşı burada bulunan Polonyalılar özgür bırakıldı.

Rusya'da kaçan Polonyalıların büyük bir çoğunluğu İran'a sığındı.

Yine Polonya'nın Almanlar tarafından işgal edilmesi sonrası sayısız Batılı mülteci Ortadoğu'nun yolunu tutmuştu.

Bu gelişmeler sonucu kısa sürede İran'daki Polonyalı mülteci sayısı 300 bini aştı.

İranlılar bu mültecileri İsfahan bölgesinde kurulan mülteci kamplarına yerleştirdi ve çoğu savaştan sonra ülkesine döndü.

Associated Press 2000 yılında İran'da yaptığı araştırmada hala sağ ve İran'da neslini devam ettiren 12 Polonyalı mülteci tespit etmişti.

Bugün mülteci durumuna düşen Filistinliler, Suriyeliler ve Mısırlılar savaş sürecinde Batılılara kapılarını ardına kadar açmış, ellerinden gelen yardımı sağlamıştı.

Yine milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye o günlerde de mültecilerin ana limanı olma özelliğini koruyordu.

Bugün yaşanan gelişmeler ise başta Yunanistan'ın savaş sürecinde yaşadığı travmaları ve kendisine yardım eli uzatan dost ülkeleri çabuk unuttuğunu gösteriyor.


Artan ırkçılık normal mi?

Son dönemde Türk toplumunda artan ırkçılık dalgası için de bir başlık açmak gerekiyor.

Türk halkı şüphesiz misafirperver bir toplum. Ancak ekonomik sıkıntılar baş gösterdiği anda kültürel çatlaklar şiddetli afetlere neden oluyor.

Bu bağlamda biraz daha geriye gittiğimizde meselenin Arap karşıtlığına özgü bir durum olmadığını görüyoruz.

Balkan Harbi sonrası İstanbul'a sığınan Türk kökenli muhacirler de artan ekonomik sorunlara beraber şedit bir ırkçılığa maruz kalmıştı:

Balkan Harbi sırasında İstanbul'a akan muhacir kafileleri onları neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul'da başka yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense.' diyorlardı.

(Semiha Ayverdi,
Hey Gidi Günler Hey)


İşin en ilginç yanı, cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal Atatürk de bir anlamda muhacirdi; çünkü doğduğu topraklar Balkan Harbi ile elden çıkmıştı.

Paşa'nın sıla hasretini ölümüne kadar içinde taşıdığı bilinen bir gerçek…

İnsan kalmanın zor olduğu günler… Allah kimseyi vatansızlıkla imtihan etmesin.

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

The Greek refugees who fled to the Middle East in WW2 – BBC
The forgotten story of European refugee camps in the Middle East – The Washington Post
During WWII, European refugees fled to Syria. Here's what the camps were like. – PRI
Escape from Violence: Conflict and the Refugee Crisis in the Developing World - Oxford University Press
İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Yunanistan, Türkiye'de Mülteciler, Askeri İhlaller ve Esirler Sorunu – Ulvi Keser
II. Dünya Savaşı Yıllarında Anadolu Sahillerine Sığınan Yunanlı Sivil Mülteciler – Serdar Sarısır
Semiha Ayverdi – Hey Gidi Günler Hey

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU