Sınır uzmanı Prof. Dr. Neşe Özgen: Sınırlara örülen duvarlar sadece sınırdan geçmeyi pahalılaştırır, göçü önlemez

Türkiye’ye sanıldığı kadar büyük bir Afgan göçünün yaşanmadığını söyleyen Neşe Özgen; ‘sınır namustur’ gibi sloganların yavan ve aşağılayıcı olduğunu savunuyor. Özgen’e göre Altındağ’da yaşanan saldırılar ise bir testti ve Fikirtepe de gerilimlere gebe

Prof. Dr. Neşe Özgen

Sınır, politik varlıkların coğrafi bitiş noktalarını ya da yasal yetki alanlarını anlatan bir tabir. Türkiye’nin sınırları ise son 10 yılda oldukça gevşedi, esnekleşti ve bize okullarda öğretilenden başka bir hal aldı. Ülkede yaşayan 5 milyona yakın Suriyeli, son ayın en önemli gündemi olan Afgan göçü de bunun göstergesi.

Türkiye’de pek çok üniversitede görev aldıktan sonra, çalışmaları nedeniyle emekliliğe zorlanan Prof. Dr. Neşe Özgen, Türkiye’de ve aslında Balkanlar ile Ortadoğu’da sınırları en iyi bilen akademisyenlerden biri. Türkiye’den ayrılmak durumunda kalan Özgen; önce Yunanistan, sonra ABD’deki Duke Üniversitesi’nde araştırmalar yaptıktan sonra, şimdi de Berlin Frei Üniversite’de görev almaya hazırlanıyor.

Türkiye’ye yaşanan Afgan göçü ve göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar nedeniyle kapısını çaldığımız Neşe Özgen’le ilk önce sınırlarımızı konuşmak üzere başlıyoruz sohbete. “Vatan millet işleri bir türlü yakamızı bırakmıyor” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor Özgen:

“Bu sınırlar aslında sadece devletlerin çizdiği, devletlerin koyduğu sınırlar değil, insanların da birbirlerine koyduğu sınırlar ve yüklediği değerler. Bir nevi sırtımızda taşıdığımız kaplumbağalar gibi, onlar da sınırları aşıyor. Vatanda olmanın başka bir yerde olmaktan çok daha başka bir duygu olduğunu, ama onu içinde taşımanın da aslında yurt duygusunu da taşımak olduğunu, sadece sınırları değil göçmenleri de izleyerek öğrenebiliriz.”

Misak-ı Milli denilen anlaşmayla çizilen sınırların aslında sürekli değiştiğini vurgulayan Prof. Dr. Neşe Özgen, mesela Ağrı isyanı sonrası Küçük Ağrı’nın arkasındaki verimli ovaların İran’a bırakıldığını, Van’ın Özalp ilçesindeki dağlık arazinin de güvenlik nedeniyle Türkiye sınırlarına katılmasının büyük bir sınır değişikliği olduğunu anlatarak sözlerine devam ediyor: “1940’ların sonunda 50’lerin başında 37’inci Güney Paraleli Türkiye’nin kontrol etmekten vazgeçmesi ve oranın uluslararası güçlerin denetimine bırakılması da öyledir. Keza Roboski Katliamı sonrası da Türkiye oradaki sınırı kendi tarafında ortadan kaldırarak, karşıya doğru geçmenin işaretini vermesiyle sınırlar genişledi. Afrin, İdlib, sınır dışı operasyonlar için Meclis’ten taleplerde bulunulması da bizde sınırın sürekli değiştiğini gösteriyor. Her ne kadar sınır şu anda duvarla anılıyor olsa da, duvarlar yükseltilse de, kendi çalışmalarımızdan biliyoruz ki 10 metrelik bir sınır duvarını aşabilmek için size gerekli olan şey 11 metrelik bir merdivendir. Sınırlar yükseldikçe, çelik teller-mayınlar döşendikçe, arazi askerileştirildikçe sınır giderek suç üzerinden konuşulmaya başlandı.”

nese.jpg
Prof. Dr. Neşe Özge​​​​​​​n

 

"Sınır namustur vatandaşını aşağılayan bir söylem"

Sınırın bir suç alanı olarak tarif edilmesinin durumu çok da değiştirmediğini, ancak kurumsal ağları büyüttüğünü, rüşveti artırdığını, sınırı geçmenin maliyeti ve tehlikesinin çoğalttığını söyleyen Özgen, analizini şu sözlerle sürdürüyor:

“Bu şu anlama gelir: Sınırı geçmek her zaman mümkündür, altından veya üstünden de her zaman geçilir. Fakat bu geçişi ayarlayan mekanizmaların, legal ve illegal otoritelerin birbirleriyle ne kadar ilişkide oldukları, kurumsal ve kategorik olarak yasadışı hangi ilişkilerde birleştikleri politik ekonominin konusudur. Çünkü geçiş ücretlendiriliyor. Ama bu rüşvetler, herkesin sandığı gibi ya da sandığı kadar sadece kaçakçının aldığı yol geçirme rüşveti değildir. Burada çok özel bağlar, çok yüksek görmezden gelmeler, ihmaller ya da rüşvetlendirmeler vardır. Yani artık karakollar kendi amirlerinden öte emir aldıkları daha yüksek bürokrasiye bağımlı bir biçimde sınırları denetler. Dolayısıyla hem rüşvet havuzu büyümüştür hem denetleme havuzu karmaşıklaşmış ve devlet katına yükselmiştir.”

Özgen Afgan göçü sonrası dillendirilen kavramları ve talepleri de şu sözlerle eleştiriyor:

“Dolayısıyla “sınırları kapatalım”, “sınır namustur”, “sınıra duvar çektiğiniz zaman göçü önleyebilirsiniz” gibi söylemler insan hakları hukukuna aykırı, sınırı sadece suç ve güvenlik açısından ele alan, oradaki bulanıklığı, otoritenin nerede düğümlendiğini görmezden gelen bir yavan aklın ürünüdür. Bu tür bir yavan akıl, aslında bizi devletin ideolojik aygıtlarına boyun eğmeye de zorlayan bir akıldır. Çünkü sınırda yaşayanları ‘düşman’, ‘casus’, ‘karşı tarafla işbirliği yapan’, farklı bir etnisiteye mensup oldukları için ‘her an devlete karşı suç işlemeye meyilli’ gibi terimlerle damgalarsanız, siz aslında kendi içerideki vatandaşlarınızı da aşağılıyorsunuz demektir. Mesela CHP'nin şimdiki zihniyeti aslında Türk vatandaşını aşağılamaktır.”

Geçilme kolaylığı zorlaşmış, pahası yükselmiş bir sınırın vatan-millet gibi değerleri yüceltmeyeceğini savunan Özgen; geçtiğimiz günlerde yaşanan Afgan göçünün de Türkiye’ye yönelen ilk Afgan göçü olmadığını ve sanıldığı kadar da yoğun olmadığını vurguluyor:

“Bu Türkiye’nin karşılaştığı ilk Afgan göçü değil, yaklaşık altıncı göç bu. Taliban'ın kontrolü ele alacağı resmen ilan edildiği zamana kadar aslında durumdan haberdar olan bir miktar Afgan da sınırdan içeri girmeye başlamıştı. Ancak sayılara baktığımızda bunun geçen senelerdeki yaz ayları boyunca mevsimlik işçi olmak üzere Afganistan'dan Türkiye'ye gelen genç erkek göçünden çok da fazla olmadığını gördük. Fakat zaman içerisinde yani ağustos başından itibaren bu göç biraz fazlalaştı, kitleler halinde getirmeye başladılar. Aslında bana göre Türkiye sınırdaki geçişi Afganlar lehine esnetti. Yani daha önce seyrek seyrek, saklanarak geldikleri yerlerden hem kaçakçıların göz yumması hem de bölgedeki izinler nedeniyle rahatlıkla geçtiler ve biz o toplu görüntülerle karşılaştık.”

Afganistan’ın idaresinin Taliban’a bırakılacağının herkesin bildiği bir sır olduğunu söyleyen Özgen, bir süredir Taliban’ın ‘sevimli’ gösterilmeye çalışıldığını, ABD’nin Afgan ordusuna verdiği bütün silahları Taliban’a hibe ederek çekileceği gibi anlaşmaların çok önceden yapıldığını belirterek şöyle devam ediyor:

“Dolayısıyla ortada birdenbire olan gelişen bir şey yok. Birdenbire olan bize ve Afgan halkına oldu, devletlere bir şey olduğu yok. Sistematik bir terk etme hali bu. Hem devletlerin kendi yapıları giderek heyulalaştığı, suçlulaştığı hem de artık denetlenen bir suç mekanizmasına dönüştüğü durumlarda -buna Amerika Birleşik Devletleri'nden Almanya ya kadar, Somali’den Meksika’ya Brezilya'ya kadar, Türkiye den Suudi Arabistan'a ve Katar'a kadar hepsini dahil edebiliriz- mültecilik, mülteciler, vatandaşlık, bir yerin sahibi olma, bir yere ait olma gibi meseleleri yeniden konuşma zamanımız geldi.”

"Sanıldığı kadar büyük bir göç dalgası yaşanmadı"

Türkiye’ye Afganistan’dan her zaman yaşanan göçten farklı bir göç yaşanmadığını tekrarla ifade eden Özgen; “Ama” diyor: “Amerika'nın desteklediği grupların Türkiye'ye getirilmesi ya da geçici olarak bazı ülkelerde bekletilmesi, bu bekleme zamanlarını orada geçirerek denetlenmesi ve sonra da sadece istenilenlerin alınması gibi bir anlaşmanın içeriğine dair elimizde bir bilgi yok. Amerika Birleşik Devletleri de, Avrupa Birliği de, Türkiye de böyle bir anlaşma olduğunu zımnen söyleseler de açıktan bu anlaşmanın maddelerini söylemiyorlar.”

Sohbetimizin bu noktasında, söz göçmen karşıtlığına geliyor. Neşe Özgen’e göre “AKP iktidarı göçmen düşmanlığına ihtiyaç duyuyor.” Özgen bu iddiasını da şu sözlerle açıklıyor: “AKP'nin şu anda elindeki tek kozu Afgan ve Suriyeli göçmenlere karşı düşmanlığı kışkırtmak. Böylece bir yerlerde bekletilen bu yeni gelecek göçmenleri barındırmakla ilgili gerekli bütçeyi alabilmek için elini artırma pazarlığında. Çünkü AKP'nin de göçmen düşmanlığını son derece hamasi söylemlerle, içi boş kardeşlik söylemleriyle kışkırttığını görüyoruz.”

Neşe Özgen, 2018’de kaleme aldığı bir makalede Türkiye’de yerel halkla göçmenler arasında çatışmaların olabileceği uyarısında bulunmuştu. Onun iki yıl önce yaptığı bu tespit, geçtiğimiz günlerde Ankara’nın Altındağ ilçesinde ne yazık ki ete kemiğe büründü ve göçmenlere yönelik pogroma varacak saldırılar yaşandı. Özgen’e bu tespitini hatırlatarak, bundan sonraya dair öngörü ve önerilerini anlatmasını istedik. Şunları söyledi:

“Keşke hiç olmasaydı, keşke hiç öngörmeseydim. O zaman yaptığım olabilecek olanı gösterip, uyarmaktı. Artık uyarmanın ötesine geçip önerilerde bulunmak gerekiyor.”

Devam ediyor önerisini altını doldurmaya Özgen: “Sosyal politika üreticiler, göçlere neden olan devletlerin ortak sorumluluk alanlarının açılması, ortak sorumluluklar alınması gibi çağrılarda bulunuyor. Bunlar elbette kıymetli. Ancak benim önerilerimden biri de; göç alan, göçün ilk karşılaşma yeri olan sınır kentlerinin kendi otonom karar verme süreçlerinin olması. Bu kadar göç alan Nusaybin’in, Edirne’nin, Keşan’ın, Antep’in bir söyleyeceği olmalı. Kent konseylerinde halk otonom olarak yer almalı ve karar alma süreçlerine katılmalı. Yani bir şeyin adı konulacaksa, buna ilk maruz kalanların söz söyleme hakkından daha doğal ne olabilir ki? Zaten şu anda konuştuğumuz gerilimler, çatışmalar da aslında bütün politikaların merkezi bir devlet tarafından, devletleşmiş bir parti, hatta partileşmiş bir devlet tarafından alınmasından kaynaklanıyor. Almanya, Hollanda 90’larda ‘Türken Raus’ diye hortlayan ve bütün göçmenleri hedef alan ırkçılığı yerel inisiyatifleri güçlendirerek çözmeye çalıştılar.”

 

Altındağ testti, Fikirtepe’ye dikkat

Ankara Altındağ’daki nefret suçu ve toplu katliam girişiminin, Konya’da yaşanan yedi kişilik katliamdan bağımsız olmadığını düşünüyor Özgen. Ve bu düşüncesini şöyle savunuyor:

“Orada çok yerleşik bir aile var, katlediliyor, yaklaşık bir buçuk saat evin içinde ateş ediliyor. Ama ne bir komşu ne de polis geliyor. Burada test edilen şey onay mekanizması. Bu sadece parti devletinin onayladığı ve otoriteyle boyun eğdirdiği bir mekanizma değil, aynı zamanda mülk çatışmasına giden bir mekanizmadır. Mülkiyet ideolojisi zavallılaştırır, başkasına malına göz koyarsanız, kendi malınızı korumak zorunda kalırsınız. Yani Konya’daki katliam ile Altındağ’daki ırkçı saldırıların saikleri çok benzerdi, zincirlemeydi ve bir test süreciydi. Ne kadar onaylandığını görmek istediler. Üstelik Altındağ'daki mekanizma son anda devreye giren bir şey de değildir, göçmenin şiddetle terbiye edilmesi ve ona gösterilen şiddetle de yerlinin terbiye edilmesidir. Aynı şeyin Fikirtepe’de de yaşanabileceğini düşünüyorum.”

Özgen sözünün tam bu noktasında bir rikayakarlığa da dikkat çekiyor:

“Meselenin ekonomi olduğunu şuradan anlıyoruz: Açıkça soralım, Türkiye’de gördüğüm kadarıyla kimse parasıyla gelen Suudi Arabistanlıya, Afganistanlıya, Suriyeliye, Bahreynliye niye düşman değil? Buradaki mesele, Türkiye’nin gelen herkesi ‘düzensiz göçmen’ kategorisinde tutmakta diretmesi. Kaydolabilmek için beş yıl bekliyor göçmenler. O beş yıl boyunca ne çalışabilirsiniz ne evlenebilirsiniz ne çocuğunuz okula gidebilir ne ev kiralayabilirsiniz ne elektrik saati taktırabilirsiniz ne de dükkan açabilirsiniz. Böyle bir alan boş bırakıldığında diploması onaylanmayan bir tıp doktoru, merdivenaltı atölyelerde kürtaj yapar ya da diploması onaylanmayan bir üniversite öğretim üyesi kendi mesleğini alternatif kurumlarda devam ettirir. Yani illegal bir informal alanı açan devletin kendisidir.”

Özgen, “Göçmenliğin ve göçmenlerin araçsallaştırıldığını mı düşünüyorsunuz?” şeklideki sorumuzu ise, şu sözlerle yanıtlıyor:

“Elbette üstelik sadece göçmenler değil, vatandaşları da araçsallaştıran bir politika bu. Şu anda Türkiye’de vatandaşların mülkü de dahil, hiçbir şeyi güvence altında değil. Mülkün ideolojisine girdiğinizde, o ideolojinin sizi ne kadar zavallılaştırdığını ve boyun eğmeye zorladığını görürsünüz. Artık Türk vatandaşlarının göçmenlerden tek farkı, vatandaş kimliği. Başka hiçbir farkımız yok. Acil kamusallaşırmalar ile yurttaşın arazisi elinden alınabiliyor, KHK’lerle malları, mülkleri, paralarına el konulabiliyor, KHK’lilerin aileleri bile vatandaş sayılmıyor, banka hesabı bile açamıyorlar. Elimizde kalan bir kimlik kartı, o da sizin yurttaşı olduğunuz devletin itibarı zaten çökmüş ise hiçbir şeydir. O kimlik kartı ile hiçbir yere gidemezsiniz. Sınırın dışına adım atamazsınız, sınırın içinde de insandan sayılmazsınız. Yani devletiniz o göçmen kara borsasını onayladığında ve siz de yurttaş olarak çıkarlarınız dahilinde buna dahil olduğunuzda ya da görmezden geldiğinizde o çukurun içindesinizdir. Hatırlar mısınız, bundan üç yıl önce genç bir Suriyeli rögar kapağını açıp içine atlayarak intihar etti. Bu kadar gerçeği yüzümüze çarpan bir şey olamaz. O genç bize içerideki pislik dışarıdaki pislikten daha iyi demek istedi.”

“Türkiye, ‘çıkılamayan’ bir ülke oldu”

Neşe Özgen’in sınır çalışan akademisyen olarak bir başka tezi de sınırların içe doğru kaydığı yönünde. Özellikle son yıllarda yaşanan ekonomik ve politik gerilimler nedeniyle, Türkiye’yi terk etmek isteyen, terk eden kuşakların varlığını hatırlatarak bu tezinin ışığında yorumlamasını istiyorum. Özgen, Türkiye’nin ‘çıkılamayan bir ülke’ olduğunu savunuyor ve buna dair şu iddialarda bulunuyor:

“Sınır dışarıdan gelene bariyer koyar. Yani gittiğinizde terk ettiğiniz ülke sizi denetlemez. Hatta gideni teşvik eder, amiyane tabirle başına bela olacakları içeride istemez. Ama ilginçtir Türkiye çıkanı engelliyor. Üstelik bunu hem göçmenler için hem de kendi vatandaşları için uyguluyor. Bu dahi göçmenlerle eşitlendiğimizi gösteriyor. Kapıdan her çıkmak istediğinizde, sınırın suçlulaştırılması ve bir güvenlik mekanizması haline getirilmesi nedeniyle, suçlu olmadığınızı kanıtlamak için yüzlerce belge göstermek zorundasınız. Üstelik bunu hem Türkiye Cumhuriyeti devletine hem de karşıdaki devlete ispat etmek durumundasınız. 90’larda birkaç belge ile vize alabilirken, şimdi yüzlerce belge sunmak durumundayız.”

Milyonlarca insanın daha iyi bir hayat umuduyla göçmen olduğunu söyleyen Neşe Özgen; “Yani kendi ülkelerinde yeterince gelecek görmedikleri için” diyerek sözlerine devam ediyor: “Göç meselesinin bir çeken bir de iten tarafı vardır. Ama bu teori değişti artık bütün dünyada değişti. Artık çeken hiçbir güçlü kuvvet yok, ama iten kuvvet çok yüksek. Bu Türkiye için de geçerli, Brezilya için de, Meksika için de, Venezüella için de, Suriye için de. İstemediğiniz yerde duramadığınız için yer aramaya başladığınızda sizi isteyen hiçbir yer olmadığını görüyorsunuz. Göçün değişen yanı budur.”

Özgen göçün değişen bu yanına vurgu yaparak, isimleri reddetmek önerisi yapıyor. Özgen’in burada isimden kastettiği başkaları tarafından sınırları çizilen haller, isim de onlardan biri. Mesela mültecilik gibi, Türklük gibi, Kürtlük gibi, erkeklik, kadınlık gibi:

“Ben ancak kendime takılan isimleri reddederek kendim olabilirim. Bizim bu düzensiz göçmen, mülteci, zorunlu göçmen, politik mülteci, ekonomik mülteci, ekonomik göçmen gibi bütün bu kelimelerin yerine başka bir dil icat etmemiz, başka isimler bulmamız gerekiyor. Bu isimler başka hayatların isimleri olmalı. Yani bu ‘biz’ meselesini yeniden tartışmalıyız. Biz kimiz, hangi gelenle birlikteyiz, hangi bizin içindeyiz? Değerini yeniden tanımladığımız kelimeler sistemine ihtiyacımız var. Kendi kadim adımızı sürdürme hakkımız vardır. Yerleşimler de böyledir. Bu Dersim için de böyledir, Cunda için de böyledir, Hopa için de böyledir. Osmanlı, Torlak Kemal’i silmeye çalıştı ama hala Karaburun’da yaşıyor, hatırası yaşıyor, hayali yaşıyor.”

İçe doğru genişleyen sınırları, Türkiye’de yaşanan ekolojik faaliyetler üzerinden de yorumlayan Neşe Özgen bu konuda da hayli iddialı ve sosyolojik bir yorum yapıyor:

“Dersim zaten kendi ismini kendi almak istediği için yakılıyor. Ama Bergama’da, Toroslar’da, Ege’de yapılan da budur. Oradaki Yörükler, Türkmenlerin önce yaşam alanları yok edildi, yerleşik hayata zorlandılar. Yaşam alanlarını kaybettikleri için mesela Aladağ’da yerleşip Soma maden ocağında öldüler. Çocuklarını cemaatlerini yatılı Kuran kurslarındaki yangınlarda kaybettiler.”

DAHA FAZLA HABER OKU