Atatürk istese sultan olabilir miydi?

Zeki Sarıhan Independent Türkçe için yazdı

Mustafa Kemal Atatürk’ün Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişi olarak Samsun’a gelişinin 101. yılı nedeniyle Atatürk edebiyatına yeni kitaplar ve makaleler ekleniyor.

Bu vesile ile o dönemin koşullarını hiç hesaba katmayan olur olmaz yorumlarda da karşılaşıyoruz.

Son olarak Sözcü gazetesinin 17 Mayıs 2020 tarihli sayısında Uğur Dündar’ın yazısındaki görüşe dikkat çekmek istiyorum.

Amerikalı Sean McMeekin adlı bir profesör “Osmanlı’da Son Fasıl” adlı bir kitap yazmış.

Dr. Berna Bridge, yazarın Atatürk’le ilgili görüşlerini almış, McMeekin, Atatürk’ün “1922’deki askerî prestijini kullanarak sultan olmayı istemek yerine, anayasal bir Türkiye Cumhuriyeti versiyonunu öne sürmesi beni çok etkiledi” diyor.

Sayın Dündar, yazarın bu cümlesini başlığa taşımış. 

Atatürk’ün Türkiye’ye padişah olabileceğini, fakat bu yola gitmeyişini bir övgü olarak dile getiren görüşler yeni değildir. 

Bu görüşler, tarihi ve maddi gerçeklerin dışındadır.

Padişahlar, imparatorlar dönemi sona ermişti

Kurtuluş Savaşı yıllarımızın en önemli gerçeklerinden biri, Birinci Dünya Savaşıyla şahlar, padişahlar, sultanlar devrinin sona ermiş olmasıdır.

Büyük Savaş, sebep olduğu büyük yıkımlar yanında ve bu yıkımlara da tepki olarak bütün milletlerin ayağa kalkmasına neden oldu.

Daha bu savaşın ayak sesleri duyulurken 1911’de tarihî Çin İmparatorluğu yıkılmış ve yerine Çin Cumhuriyeti kurulmuştu.

Savaş sırasında Rus Çarı tahtını kaybetmiş, yerini Sovyet Cumhuriyeti almıştı.

Savaşın bitmesiyle Alman, Avusturya-Macaristan imparatorlukları da tarihe karışmış, yerlerini Almanya, Avusturya ve Macaristan Cumhuriyetlerine bırakmıştı. 

Mustafa Kemal Paşa’nın da içinde bulunduğu Osmanlı aydınları, bu memnunluk verici gelişmelerden elbette haberdardılar.

Bir bağımsızlık savaşı olan Millî Mücadele, işgalcileri yurttan kovmayı planlar ve bunun için uğraşırken, istilacılara teslim olmuş bir sultanlığı da hedef aldı.

Kuruluş Savaşı’nın Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Türkiye Büyük Millet Meclisi aşamaları, bir cumhuriyet rejimine gidişin taşlarını döşemiştir.

Bu dönemin en bilinen sloganı “Hâkimiyeti milliye” veya “Millî iradeyi hâkim kılmak”tır.

Mustafa Kemal Paşa bu gidişi görmekle ve ona göre adım atmakla kalmadı, onun başlıca savunucusu oldu.

Yani Mustafa Kemal Paşa, başka türlü bir strateji ortaya koyamazdı. Öyle yapsaydı, bu hareketin başına geçemezdi, arkasında kimseyi bulamazdı.

Onun Sakarya Savaşı günlerinde başkomutan olarak Meclis'ten savaşla ilgili yasa çıkarma yetki alması bile hararetli tartışmalara neden olmuş ve bu yetkileri geçici olarak alabilmiştir.

Türkiye mutlakıyete 1908’de son vermişti

Öte yandan, Mütareke döneminde Türkiye bir mutlakıyet rejimi altında değildi.

Bu rejime 1908’de ordu ve askerler İkinci Abdülhamit’e başkaldırıp 1878’de askıya aldığı Anayasayı yeniden yürürlüğe koydurmuş ve İngiliz usulü parlamenter sisteme yeniden geçilmişti.

Gerçi İttihat ve Terakki yönetimi, Meclis hükümetinin üzerinde bir “Merkez-i Umumi” diktatörlüğü kurdu; ama tam da bu yüzden aydınların gözünden düşmüştü.

Durum bu iken, İstanbul’da olsun, taşrada olsun, tek yetkili bir sultana tahammül edilemezdi. Bu sıfatı üstlenmek isteyen kişinin bir itibarı olamazdı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 16 Mart 1920’den sonra İstanbul Hükümetlerinin çıkardığı bütün yasaları ve kararlı geçersiz saymış, 1 Kasım 1922’de de İstanbul’da bile hükmü geçmeyen padişahlık rejimini resmen kaldırmıştı.

23 Nisan gibi 1 Kasım’ı da bayram günü ilan etmişti. Türkiye o zamana kadar yaşamadığı fiili bir cumhuriyete geçmiş bulunuyordu. 
 


Atatürk’ün sultan olmaya da ihtiyacı yoktu

“Atatürk Dönemi” diye adlandırılan 1923-1938 yılları arasında 15 yıl Cumhurbaşkanlığı yapan Atatürk’ün, yeni Türkiye’ye yön vermek ve onun kurumlarını Batı tarzında değiştirmek için “sultan” veya “padişah” unvanına da ihtiyacı yoktu.

O zaten Türkiye’nin tek yetkili kişisiydi. Muhaliflerini bastırmıştı ve kimse onun otoritesine açıkça karşı çıkacak durumda değildi.

Bugün bile birçok siyasetçi ve tarihçi onun Meclis'in üstündeki rolünü yerinde görüyor. Öyle olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulamayacağını düşünüyor. 

Atatürk de “Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur” sözüyle bu olağanüstü konumunu dile getirmiştir.

Gerçi her istediğini yapamazdı. Her istek, toplumsal yapı ve imkanlar ile sınırlıdır.

Atatürk istediklerini gerçekleştirdiği kanısındaydı ve çerçevesini çizdiği rejimin sonsuza kadar süreceğini sandı.

Ama daha sonraki siyasi gelişmeler, bunun bir yanılma olduğunu kanıtladı.

Gerek hâkim sınıflar, gerekirse emekçilerle hâkim sınıflar arasında alttan alta sürmekte olan sınıf mücadelesi siyasi platforma çıktı. 

İster bir millî kahraman, isterse iktidar koltuğunda geniş yetkilerle donanmış bir bilge kişi olsun, toplumsal yapıyı kısmen değiştirebilirler.

Yetkileri ne kadar sınırsız olursa olsun, iktisadi, sosyal, kültürel yapısıyla bir topluma yepyeni bir biçim vermek mümkün değildir. 

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı'nda değilse de Cumhuriyet döneminde taşıdığı yetkiler, İkinci Abdülhamit’ten sonra hiçbir padişahta olmamıştır.

Kendini böyle yetkilerle donatmış bir kişinin “Cumhurbaşkanlığı” gibi çağdaş bir kavramla değil “Sultanlık” gibi lanetlenmiş ve tarihin çöplüğüne atılmış bir kavramla nitelemesi zaten beklenemezdi. 

Türkiye’nin toplumsal yapısı ve tarihi, Amerika’dan iyi okunamayabilir. Fakat bunun Türkiye’de de çoğu aydın tarafından doğru okunmadığı anlaşılıyor.

Bunun nedeni, hem kitlelerin mücadelesini görmemek, hem de bu mücadeleye kulak asmamak gibi bir düşünce kısırlığı içinde debelenmekte oluşumuzdur. 

Dahası, milletleri ancak ister sultan, ister cumhurbaşkanı veya başkan sıfatını taşısın, olağanüstü yetkilere sahip bir dâhinin kurtaracağına olan inanç, bugün de sürüyor.

Bazıları bunu Atatürk üzerinden, bazıları ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin başında olan tek yetkili kurtarıcı ve tanzim edici kişi üzerinden yapıyor.

Sonuç olarak: Atatürk’ün kendini sultan ilan etmemesi millete bir lütuf değildir. Bu ona saygınlık kazandırmazdı.  

Ancak mutlak sultanların kullanabileceği yetkileri, Cumhurbaşkanlığı sıfatı ile kullanmıştır.

1923’ten sonra onu Meclis, Cumhurbaşkanlığına seçmiş görünmektedir. Doğrusu ise mebusları tek tek onun seçtiğidir.  

Dün dünde kaldı! Bugünkü ihtiyacımız, sultanlık yetkileriyle donatılmış tek adam rejiminden bir an önce kurtularak halkın demokrasi ihtiyacını karşılayacak bir sisteme kavuşmaktır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU